Yeni Antlaşma’da, bizi hem coşku ve umuda hem de aynı şekilde sorumluluk ve strese soktuğuna inandığım bir ayet var. Çoğunuzun bu ayeti bildiğinden eminim. Petrus’un kendisinin yaptığı işe karşı duyduğu hayreti belki de yadırgayan İsa, ona “Size doğrusunu söyleyeyim, kim şu dağa, ‘Kalk, denize atıl!’ der ve yüreğinde kuşku duymadan dediğinin olacağına inanırsa, dileği yerine gelecektir” (Markos 11:23) der.
Mesih’e iman ettiğim günden beri bu ayeti hayatımın en derin paradokslarından biri olarak gördüm. Bu, sözün kendisine karşı duyduğum bir güvensizlikten veya şüpheden kaynaklı değildi. Sözü söyleyenin muhakkak bir gerçeği işaret ettiğinden de hiç kuşkum olmadı. Ancak dönüp baktığım iç dünyamın bu vaadin ağırlığı altında ezildiğini söyleyebilirim. Bir dağa kalk denize atıl dersem bu gerçekleşir mi? İsa öyle olacağını söylüyor. Ancak burada temel meselem vaadin gerçekliği, olayın çarpıcılığı veya yarattığı heyecan değil. Ben, bir dağa kalk deme cesaretine nasıl sahip olabilirim? Böyle bir imana sahip miyim veya sahip olduğum imanı ölçmek gibi bir muhasebem hiç oldu mu? İnsan nasıl kendi kendisine “hadi bakalım, bugün ne kadar imanım var ölçeyim” der mi? Bir dağın karşısına geçip imanınızı sınar mısınız? Bu soruların herkese göre bir cevabı var. Bazıları aklın ve ölçülü olmanın sınırları dahilinde değerlendiremeyeceğimiz cevaplar. Tamamen kişisel itikadımızın, Tanrı’ya karşı beslediğimiz şahsi hislerin ve yaklaşımımızın bir tezahürü oluyorlar. Ancak buradan benim farklı bir çıkarımım da var. Bu yazının esas amacı da bu çıkarımı sizinle paylaşmak.
İsa’nın vaat ettiği güçten ziyade bu gücün esas etki alanı üzerine düşündüm. Bir dağın yerinden sökülüp denize atılması elbette büyük bir olay ancak sürekli gelişim takıntısıyla, modern yaşamın küçük mucizelerine saplantılı hale gelmiş günümüz insanı için gerçek dağ fiziksel olarak etrafımızda duran dağlar mı? Biliyorum ki birkaç dağın yerinden söküldüğünü gören insanoğlu için bu bir süre sonra yağmurun yağmasından farksız bir hale gelecektir. İnsan zihninin ve beklentisinin neredeyse hiç sınırı olmadığını öğrenmiş bulunmaktayız. Sökülen dağları izlemeye giden turist otobüsleri azalmaya, haberlerde bununla ilgili altyazılar seyrelmeye başlayacak ve çağları deviren insanlık bu amansız normalleştirme alışkanlığıyla gündelik sorunlarına geri dönecektir. Politik ve sosyal açmazlarına, aile içi çatışmalara, kişisel gelişim hedeflerine, para ve büyüme merkezli toplumsal sorunlarına… Yani beden ve ruhun kendi içinde hiç sonu gelmeyen istekleri ve sorunlarına. Bir anlamda benim paradoksumu tanımlayan “gerçek dağlarına”.
İsa’nın işaret ettiği dağ hangisiydi? Ayette açıkça “şu dağ” diye işaret ettiği yer neresiydi bilmiyorum. Ancak bu ayeti okudukça, biraz daha anlamaya yaklaştıkça bana seslenen İsa’nın işaret ettiği dağları görebiliyorum. Bu dağlar hayatımın tam ortasında; sarp kayalıkları, tüm varlığıma yayılan etekleri, üzerinde inşa edilmiş farklı türde yapılarıyla yükseliyorlar. Çoğu zaman yerinden sökülmesi ve hayatımın dışında bir yerde sakince duran bir denize atılmalarını istiyorum. Bu anlamda İsa’nın bana verdiği mucizeyi daha anlamlı buluyorum. Kökünden olanca dehşetiyle sökülen bir dağın -etkisini zamanla yitirecek- coşkusuna kapılmamak elde değildir. Ancak ya hayatımın kritik noktalarında sık sık iman ve Tanrı sevgisiyle söküp attığım dağlar? Sanırım tanıdığım hiçbir Mesih inanlısı literal anlamda bu mucizeye birebir şahit olmamıştır. Peki, yaşamlarınızın ortasında dikilen dağların yerinden atıldığına şahit oldunuz mu? Mucizeleri çoğunlukla verildikleri anlam içinde, hayatın dışında ve daha olağanüstü koşullarda aramayı seviyoruz. Bu yine insanın sınırları zorlamak isteyen iç dünyasının olağan taleplerinden biridir. İnsan mevcut koşulların ötesine geçmek ister, eşiği geçtikten sonra koşullar sıradanlaşır ve yine bir sonraki adımı arzularız. Ancak bu bir yanılgının da nedenidir. Özellikle Tanrı’nın mucizelerle ilgili verdiği müjdeyi bu yanılgıya kurban ederiz. Hayatımızda imanımız sayesinde yerinden sökülen bir dağı görmezden geldiğimiz olur. Engelleri aştığımızı, fırtınaların içinden geçtiğimizi, aslanların ortasına atıldığımızı ve oradan sağ çıktığımızı, ateşten geçerken yanmadığımızı, suların üzerinde yürüdüğümüzü… Aslında gündelik hayatımızda -her zaman değilse de- sık sık bu mucizelerin gerçekleştiği bir atmosferin içinde yaşarız. Yaşamlarımızı engelleyen dünyevi koşulları aştığımızda, çoğunun Tanrı’nın vaat ettiği mucizevi gücün bir sonucu olduğunu anlamayabiliriz. Ama gerçek çoğunlukla budur. Çünkü dünya, karanlığın egemenliği altında size vermek değil sizden almak isteyen bir arzu çukurudur. Oysa göksel aidiyetimiz bu engelleri aşmamızı ister. Tanrı’nın Mesih İsa’da çarmıhta başlattığı iş ve lütuf olarak tanımladığı zafer bunun ilk teminatıdır. Bu nedenle başlarımızı kaldırıp önümüzdeki dağlara güvenle bakabiliriz. Sonra bize vaat edileni ilan ederiz: Ey dağ! kalk sökül, şuradaki denize atıl!
Yorum Ekle