Miras Dergisi

Bir şehrin ruhunu yazmak: Mario Levi röportajı…

 Herkesin var olmak ve var olduğunu hissetmek için bir yolu var. Biz insanlar, yüzyıllardır evrenin, gezegenlerin, bir şekilde ilişkide olduğumuz canlı veya cansız varlıkların neden ve nasıl var olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Bence, bu sırrı keşfettiğimizde kendi varoluşumuzu sürdürebilmek için tutunmamız gereken amacı anlayacağımızı düşünüyoruz. Ünlü düşünür Jean-Paul Sartre’ın bu konuyla ilgili ilginç fikirleri var. Benim anladığım; yaşarken bizi biz yapan şeyi keşfederek kendimizi oluşturmamız gerektiğini ve ancak bu şekilde varolabileceğimizi düşünüyor. Ben de onun gibi, varolmanın sürekli devam eden bir kendimizi var etme süreci olduğunu düşünüyorum.

    Mario Levi, sevgi dolu yüreğiyle hem yazarak, hem de öğreterek varoluşunu sürdüren çok değerli bir usta yazar. İlk kitabı 1986 yılında basıldıktan sonra, devamlı olarak kitapları yayınlanmaya devam etti. İstanbul’a olan sevgisiyle de tanınan Mario Levi, aynı zamanda özel bir üniversitede iletişim eğitmeni.

    Kendisiyle yağmurlu bir kış gününde bir araya geldik. Bizi Moda’daki sıcacık evinde ağırladı. Sohbeti öyle güzeldi ki, insan soru sormaya doyamıyor. Dilerseniz gelin, onu daha yakından tanıyalım.

    Röportajlarınızdan birinde, “Ne yaşayabiliyor veya yaşayamıyorsanız, siz O’sunuz” diye bir cümleniz var. Öyleyse yaşayabildikleri ve yaşayamadıklarıyla Mario Levi kimdir?

    Bu soru uzun bir cevabı gerektirir elbette ama kısaca; atmış iki yıllık yaşantımda yazarlığım yaşayabildiklerim arasından en önemlilerinden biridir ve bu tartışmasız yaptığım en doğru iştir bugüne kadar. Onun dışında çok sevdiğim bir eşim var. Onun eşi olmak da yaşayabildiklerim arasında, baba olmak da yaşayabildiklerim arasında… Asıl zor olan, yaşayamadıklarıyla Mario Levi’yi anlatmak hatta anlamak çünkü geçmişte çok seçimle karşı karşıya kaldım. Bazen arkadaş ve akraba bildiklerimle olan ilişkilerimle ilgili, bazen gönül ilişkileriyle ilgili, bazen de iş seçimleriyle ilgili. Tüm bunları yaşarken de hiçbir zaman her seçimi doğru yaşadığıma dair bir iddiam olmadı. Her insan gibi benim de bazı yol ayrımlarında, bazı vazgeçişlerim oldu ama vazgeçmeyip direnseydim ve onlar benim yaşayabildiklerim olsaydı ne olurdu, işte bunu bilemiyorum. Dolayısıyla yaşayamadıklarım neler, bunun da cevabını veremiyorum ama meslek konusuyla ilgili şunu söyleyebilirim; her ne kadar yeni nesil için durum farklı olsa da bilirsiniz ki Yahudiler için ticaret bir gelenektir. Açıkçası, bu benden de beklendi ama ben bunu seçmedim veya lise yıllarımda doktor olmayı çok istedim fakat koşullar buna uygun değildi. Evet, bunlar yaşayamadıklarım ama iyi ki bu tecrübelerden geçtim. Çünkü bu şekilde benliğimi buldum. Ayrıca sevmenin ve sevmemenin, sevilmenin ve sevilmemenin de ne olduğunu böylelikle görmüş oldum.

    Biz yazar olan bir Mario Levi tanıyoruz, bir de hiç tanımadığımız yazar olmayan bir Mario Levi hayal edelim. Bu iki Mario Levi bir yerde karşılaşsa, biri diğerine ne der sizce?

    Bunu bana yeni yazmaya başladığımda sorsaydınız ikisini bir çatışma halinde bulabilirdiniz. Biri diğerine “yahu boş ver, ne uğraşıyorsun bu yazarlık işleriyle” derdi. Öteki de “sana ne bundan!” derdi. Artık demiyorlar çünkü onları çoktan defettim. Hayat akıp gidiyor. Onu zehretmek yerine yazarlığımla barışmayı tercih ettim. Başka da çarem yoktu zaten. Daha kaç yıl yaşarım bilmiyorum ama herhalde artık vazgeçemeyeceğim çok az şey kaldı hayatta. Biri de yazarlığım…

    “Yanlış Tercihler Mahallesi” kitabınızı okuduğumda, oturup birçok insanın yıllardır herkesten sakladığı sırlarını dinliyormuşum gibi bir his uyandı bende. “Kitabımda geçen hiçbir karakter hayatımdan geçmedi ama ben onları tanıyorum” diye bir cümleniz var. Peki nasıl şekilleniyor bu karakterler ve bunca hikaye size ağır gelmiyor mu?

    Aslında bu soruların cevapları birbiriyle bütünleşmiş durumda çünkü karakterlerin ve hikâyelerin nasıl ortaya çıktığı, ortaya çıkan şeyin hissettirdiklerini doğuruyor. Ben giderek kaybolmakta olan çokkültürlü bir ortamda büyüdüm, bu yüzden herhangi bir karakteri anlatırken pek zorlanmıyorum. Bu hayalî insanlar, beni hayatımın bir yerinde etkileyen insanlardan esinlenilerek yaratıldılar. Mesela romanda eczacı kalfası bir Cüce Ruhi var. Benim çocukluğumun geçtiği mahallede de gerçekten tıpkı romandaki gibi takım elbiseler giyinen cüce bir eczacı kalfası vardı. Hayatı hakkında bunlar dışında hiçbir şey bilmiyordum ama hakkında ihtimaller bulabileceğimi biliyordum. Böyle bir insan nasıl bir hayat sürüyor olabilir diye düşündüm ve karakter yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Mesela Mezeci Vahit amca, asıl adıyla Vahe amca… Büyüdüğüm mahallede Vahe isminde Ermeni bir mezeci vardı hakikaten ki bilirsiniz Ermenilerde mezeci çoktur. Mesela kitaptaki Nedret karakteri… Hayatımda Nedret adında bir kadın hiç olmadı ama biliyorum ki romanımdaki Nedret, hayatımdan geçen birkaç kadının birleşmesinden ortaya çıktı. Karşılaştığım hiçbir kadın onun yaşadıklarını yaşamadı ama bu kadının bunları yaşayabileceğini düşündüm. Demek istediğim, bu hikâyeler bana ağır gelmiyor. Aksine onları küçücük bir düşünceden yola çıkarak var etmek bana zevk veriyor. Özetle, okuduğunuz karakterlerin çoğu gerçek hayatta olduklarından daha farklı anlatıldılar elbette ama aynı zamanda okuduğunuz hâlleri de gerçek çünkü duygu gerçek. Cüce Ruhi’nin duygusu gerçek; Vahe Amca’nın duygusu gerçek… Duygu gerçek olduktan sonra hikâyeyi biraz hayal gücü kullanarak istediğiniz gibi bezeyebilirsiniz.

    Nedret karakteri hakikaten başından sıradışı olaylar geçen sıradışı bir kadın. Onu kendiniz yarattığınız hâlde, kendisine aşık olduğunuzdan bahsetmişsiniz bir sohbetinizde. Peki, Shakespeare’in “Beğendiğiniz bedenlere, hayalinizdeki ruhları koyup bunu aşk sanıyorsunuz” sözü hakkında ne düşünüyorsunuz?

    O zaman ben size şöyle söyleyeyim; bana kalırsa aşk zaten sanmaktır. Gerçek olan sevgidir, şefkattir. Aşk tabi ki esin kaynağıdır, iyi ki vardır ama bir sarhoşluk halidir ve sadece kendi gerçeğinizle alakalıdır.


“Daha kaç yıl yaşarım bilmiyorum ama herhalde artık vazgeçemeyeceğim çok az şey kaldı hayatta. Biri de yazarlığım…”

    Peki ya sarhoşluk geçince?

    İki seçenek var. Ya dövünüp o aşkı hırpalayacağız, bunun sonunda da vazgeçip başka sarhoşluklara yol alacağız. Ya da o aşka sevgi ile devam edeceğiz. Sevgide durum çok farklı. Bir sarhoşluğu yaşamak çok da zor değildir ama sevgi vazgeçilmezdir. Mesela benim Nedret karakterine duyduklarım yarı şizofrenik bir aşktı, çünkü bazen hayal dünyanızda kaybolabiliyorsunuz. Aynı zamanda çok da zevkliydi bu aşk, çünkü beni yaralamadı. Ne o ne de ben birbirimizi yaralamak istedik. Ben itiraf edemedim ama o hissettiklerimi anladı, bu da ikimize yetti galiba.   

    Az önce yaratım gücünüzden konuştuk. Öyleyse biraz da yaratılışa doğru uzanalım. Diyelim ki; Adem veya Havva romanınızdaki karakterlerden biri… Ne gibi bir yanlış tercih yaparlardı?   

    Bilmiyorum ama en azından şunu biliyorum ki; istisnasız herkesin hata yapma hakkı var ve bizi biz yapan başarılarımız kadar hatalarımızdır. Herkes kendine göre bir var olma mücadelesi veriyor bu hayatta ve aslında hepimizin kovulduğunu hissettiği fakat bunu bir türlü itiraf edemediği bir cenneti var. Yeri gelmişken, mesela ben cenneti sevgide bulduğumu düşünüyorum, yazarlıkta değil. Fakat yazarlığın cehennemini yaşamasaydım bu cenneti de keşfedemeyecektim.

    Bazı insanlar din kitaplarını gereksiz veya itici, günümüz değerlerini karşılamayan ve uygun olmayan kitaplar olarak görüyorlar. Açıkçası ben de öyle bir dönem yaşadım ama şimdi başka türlü bakıyorum ve dinlerin aslında bize en temel soruları sorduklarına inanıyorum. Örneğin Eski Ahit’te geçen Tanrı’nın Adem’e sorduğu “neredesin” sorusu… Tanrı bilmiyor mu onun nerede olduğunu? Tabi ki biliyor ama bunu Adem’in söylemesini istiyor. Dolayısıyla biz din kitaplarını böyle derin düşünerek okumalıyız.

    O zaman yeri gelmişken sorayım. Daha önce İncil’i okuma fırsatınız oldu mu?

Oldu, evet.

    Edebi bir eser olarak nasıl yorumluyorsunuz İncil’i?

Öncelikle şunu söyleyeyim; ben aslında mükemmel kelimesini kullanmayı pek tercih etmiyorum genelde. Özellikle de insan için mükemmel diye bir şeyin olmadığını düşünüyorum. Mükemmellikle ilgili Leonard Cohen’in bir şarkısında geçen çok güzel bir söz var. Şöyle der: “Mükemmelliği unutun, her şeyde bir çatlak vardır ama ışık da zaten oradan girer.” Sorunuza dönecek olursak, mükemmel değil ama edebi açıdan müthiş bir eser. Tevrat da öyle benim gözümde. Hakikaten bu eserleri yazanlar yalnızca filozof değil şairlermiş de aynı zamanda. Kullanılan kelimeler, metaforlar insanı çok derin yerlere çağırıyor. İşte bu yüzden size bir önceki soruda dinlerin en temel soruları sorduğunu söyledim. Bunu belki direkt yapmıyor ama dolaylı yoldan bize cevaplar aratıyor. Genel olarak bu kitapları çok önemsiyorum ve müthiş bir edebi eserle karşı karşıya olduğumuzu açıkça söyleyebilirim.

    Yanlış Tercihler Mahallesi’ne geri dönelim. Madem böyle bir isim taşıyor kitabınız, öyleyse bu soruyu sormadan olmaz. Tıpkı Adem ve Havva ile ilgili sorduğum gibi eğer Mario Levi bu romanda sadece bir karakter olsaydı ne olurdu o yanlış tercih?

Sanırım Mario Levi, mahallede herkesin yardımına koşmak isteyen bir doktor olurdu. Gençliğinde tutulduğu ve bir türlü istediği gibi yaşayamadığı bir aşka bağlılığı yüzünden tek başına yaşayan bir doktor… Onun hatası da kendisini yalnızlığa mahkûm etmek olurdu herhalde.

    Siz bir İstanbul yazarısınız. İstanbul’u bu kadar iyi tanıyan biri olarak sizce İstanbul bir özgürlük mü yoksa tutsaklık şehri midir?

İkisi de. Aslında bu soruyu cevaplayabilmek için önce özgürlüğü tanımlamak gerekir çünkü özgürlük çetrefil bir kavram. Mesela özgürlük, sadece duygu ve düşüncelerini korkusuzca ifade edebilmek midir? Bence değil. Tabi bu da özgürlüğün önemli tanımlamalarından biri ama özgürlük bence bunun yanı sıra istediklerini yaşayabilmek ve yaşadıklarının doğru olduğuna dair inancını hiç kaybetmemektir. Bu anlamda irdelersek, evet özgürüm ama benim İstanbul’um sanırım gerçek İstanbul’un onda biri. Başka bir yerde yaşasaydım istediğim hayatı tam anlamıyla yaşayabilecek miydim onu da bilmiyorum. O yüzden en azından şu an İstanbul’da yapamadıklarım yerine yapabildiklerime odaklanmayı tercih ediyorum ki yapabildiklerim çoğunlukta olan taraf. Yazabiliyorum, çok sevdiğim bir diğer mesleğim olan eğitimcilik yapabiliyorum ve üniversitede ders veriyorum. Bunların haricinde yazı atölyelerim var; orada çok güzel anlar paylaşıyorum insanlarla. Bu imkânlara sahip olmak çok güzel ama daha doğru bir İstanbul’da yaşamak ister miydim diye sorarsanız, evet isterdim.

    İstanbul’un bir insan olduğunu farz edelim. Onu biraz tasvir eder misiniz?

    Çok uzun yıllar, tarihinden ve yaşından dolayı sakin bir kişiliği olduğunu düşündüm ama artık aynı cevabı veremiyorum. Şimdi baktığımda kırgın bir İstanbul görüyorum. Yaşamak zorunda kaldıklarından dolayı incinmiş ve biraz da küskün… Hissettiklerinden dolayı da kendi köşesine çekilip anılarına sığınmayı tercih ediyor sanki. Bugün yaşanan hoyratlığa ve sertliğe üzülerek bakıyor. Çaresizce… Çünkü taşımak zorunda olduğu şiddet, öfke ve nefret de onun gerçeği. Genelde biz erkek yazarlar, İstanbul’un bir kadın ruhu taşıdığını düşünürüz ama bence İstanbul ne bir kadın ne de bir erkek; aksine cinsiyetsiz bir şehir.  

    Kitaplarınızı azınlıklara değinmeden yazdığınızı düşünemiyorum. Azınlıklar hiç olmasaydı, nasıl bir yer olurdu Türkiye?

    Aslında nasıl bir yer olmaya başladığı ortada. Kimliğinden çok önemli değerler kaybetmiş bir Türkiye var artık. Türkiye’nin Türkiye olduğu dönemden çok uzaktayız. Sorunuzun cevabı zaten şu anki hâli ve giderek daha çok kan kaybediyor bu güzel ülke. Mesela eskiden nüfusunun büyük bir kısmı Gayrimüslimlerden oluşan İstanbul, bu kelimeyi kullanmak doğru olursa, daha doğru bir İstabul’du. Gerçi ben de anlatılanlardan duyduğum kadarıyla biliyorum bunu ama benim de deneyimlerim oldu. Saint Michel Fransız Lisesi’nde okudum ve orada Ermeni, Rum, Türk hepimiz bir aradaydık. Tek bir konuda çok ciddi tartışmalarımız olurdu; o da Fenerbahçe-Galatasaray çekişmeleri söz konusu olduğunda! Onun dışında tek bir kez bile inancımız ya da etnik kökenimizle ilgili bir tartışma olmadı aramızda. Onlardan duyduklarım, öğrendiklerim çok şey kattı bana. Kişiliğimi oluşturdu, geniş pencereli bakış açıları inşa etti bende.  Onları tanımak beni, kıyıda köşede kalmayı seçen ya da toplum tarafından bu tavra itilen insanlara karşı daha duyarlı bir hale getirdi. İlerleyen yıllarda sadece dinî inancından, etnik kökeninden ve cinsel tercihlerinden dolayı değil; kişiliklerinden veya başka seçimlerinden dolayı da dışarıda kalan insanların duygularına kayıtsız kalamamaya başladım. Belki bir alkolik, belki bir terkedilmiş belki de çağa uyum sağlayamayan biri… Ne olduğunun pek bir önemi yok ama yaralı insanlar benim kahramanlarım oldular. 

    Ahmet Ümit ve İskender Pala ile birlikte sunduğunuz “Önce söz vardı” isimli bir programınız vardı bundan iki yıl öncesine kadar. İncil’in Yuhanna bölümünde de geçer bu söz. Sizin bu ismi seçmenizin özel bir nedeni var mı?

    Bu ismi İskender Pala buldu. O öneride bulundu, ben de “Uygundur benim için. İncil’den bu söz…” dedim. Hepimiz hemfikir olduk, müthiş bir söz çünkü. Hem beni çok etkileyen hem de bana yaptığım işin ne kadar doğru olduğunu hatırlatan bir söz. Çünkü biz yazarların tüm hayatı zaten sözden ibaret. Ben, insanın kendisini sözle var edebildiğine inanıyorum. Geçenlerde Tüsiad’ın genel başkanı çok güzel bir şey söyledi. “Biz söylediklerimiz kadar suskunluklarımızdan da sorumluyuz” dedi. Ben de suskun kalmak zorunda olanların sözcülüğüne soyundum. Bu noktada da söz başka bir anlam kazanıyor artık.

   Beni en çok heyecanlandıran kısma geldik. Bu ay okurlarınızla buluşan yeni bir kitabınız var. Biraz da bundan bahsedelim mi?

Aslında yeni kitabım değil yeni kitaplarım diyerek başlayayım anlatmaya. Şu an üzerinde çalıştığım yedi romanlık bir proje var. Yedi olmasının nedeni, her bir kitapta geçen hikâyenin haftanın farklı bir gününde geçiyor olması. Hikâyeler o günün sabahında başlıyor ve gecesinde bitiyor. Ayrıca her bir roman İstanbul’un farklı bir semtinde anlatılıyor.

İlk kitabım Kadıköy’de bir Cuma gününü anlatıyor ve bu ay sizlerle buluşuyor. Şişli, Kurtuluş, Feriköy taraflarında bir Salı gününü anlatan ikinci kitabım da muhtemelen yılın sonuna doğru raflarda yerini alacak. Üçüncü ve dördüncü kitaplar ise Eminönü ve Beyoğlu’nda geçiyor. Geriye son üç kitap kalıyor. Onlar da benim iki, iki buçuk yılımı alacak gibi. Bu kitapların benim için ayrı bir özelliği var çünkü içinde kendi çektiğim İstanbul fotoğrafları da yer alacak ve bu benim için bir ilk olacak.

Nora Yazırlıoğlu

Yorum Ekle

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bizi takip edin!

Sosyal medya hesaplarımızdan bizi takip ederek dergimizle ilgili son güncellemelerden haberdar olabilirsiniz.

Your Header Sidebar area is currently empty. Hurry up and add some widgets.