Öğrenci olmak ve disiplin (ya da ‘terbiye’) sözcükleri aynı kökten gelir bu durum beni hep heyecanlanmıştır. Bir kez, “Evet, İsa Mesih’i izlemek istiyorum” diyerek karar verdiğinizde, önünüzdeki bir sonraki soru şudur: “Bu seçimime sadık kalabilmem için bana yardımcı olacak disiplinler nelerdir?” Eğer İsa Mesih’in öğrencileri olmak istiyorsak, disiplinli bir hayat sürmemiz gerekir. Disiplin derken, kontrol altında tutulmaktan bahsetmiyorum. Eğer psikoloji ya da ekonomi disiplinlerini bilirsem, bu alanları ilgilendiren bilgi üzerinde kontrol sahibiyim demektir. Eğer çocuklarımı terbiye edersem, onlar üzerinde bir miktar kontrol kurmak isterim.
Ancak ruhsal yaşamda disiplin “Tanrı’nın etkinliği için bir yer açma çabası” anlamına gelir. Disiplin, hayatınızın doldurulmasına engel olmak demektir. Disiplin, bir yerde meşgul olmamanız ve en çok da zihninizin bir şeylerle dolu olmamasıdır. Ruhsal hayatta disiplin, sizin planlamadığınız ve ayarlamadığınız bir şeyin gerçekleşmesine yer açmanız demektir.
Böylece sadık kalabilmemiz için üç disiplinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde öğrenci olmakla yetinmeyeceğiz; ama öğrenci olarak kalacağız. Bahsedeceğim üç disiplin Kutsal Kitapta hepimizin çok da iyi bildiği bir bölümde yer almaktadır; ama bu bölümde disiplin sözcüğünün geçmemesine şaşırabiliriz.
” O günlerde İsa, dua etmek için dağa çıktı ve bütün geceyi Tanrı’ya dua ederek geçirdi. Gün doğunca öğrencilerini yanına çağırdı ve onların arasından, elçi diye adlandırdığı şu on iki kişiyi seçti: Petrus adını verdiği Simun, onun kardeşi Andreas, Yakup, Yuhanna, Filipus, Bartalmay, Matta, Tomas, Alfay oğlu Yakup, Yurtsever* diye tanınan Simun, Yakup oğlu Yahuda ve İsa’ya ihanet eden Yahuda İskariot.
“İsa bunlarla birlikte aşağı inip düzlük bir yerde durdu. Öğrencilerinden büyük bir kalabalık ve bütün Yahudiye’den, Yeruşalim’den, Sur’la Sayda yakınlarındaki kıyı bölgesinden gelen büyük bir halk topluluğu da oradaydı. İsa’yı dinlemek ve hastalıklarına şifa bulmak için gelmişlerdi. Kötü ruhlar yüzünden sıkıntı çekenler de iyileştiriliyordu. Kalabalıkta herkes İsa’ya dokunmak için çabalıyordu. Çünkü O’nun içinden akan bir güç herkese şifa veriyordu.” (Luka 6:12-19).
Bu, geceden sabaha ve öğlene kadar devem eden harika bir öyküdür. İsa geceyi Tanrı’yla baş başa geçirmiştir. Sabah öğrencilerini etrafına toplayarak bir grup oluşturmuştur. Öğleden sonra ise öğrencileriyle birlikte Söz’ü duyurmuş ve hastaları iyileştirmiştir.
Olayların sırasına dikkat edin. Önce ıssızlık, sonra topluluk ve sonra hizmet. Gece ıssızlık için vardır, sabah yaşadığımız topluluk için, öğleden sonra ise hizmet için.
Çoğu zaman hizmet ederken her şeyi kendi başıma yapmak istedim. Eğer başaramamışsam, diğer insanlardan yardım isteyip “lütfen” diyerek bana yardım edecek bir topluluk aradım. O da işe yaramamışsa, işte belki ondan sonra dua ettim. Ancak İsa’nın bize öğretmekte olduğu sıra, benim yaptığımın tam tersidir. Önce ıssızlıkta Tanrı ile baş başa kalmakla başlar, sonra bir paydaşlık, misyonun devamının sağlanacağı bir insan topluluğu oluşturulur ve en sonunda bu insan topluluğu hastaları iyileştirmek ve müjdeyi duyurmak üzere hep birlikte sokaklara çıkar.
Issızlık, topluluk ve hizmeti Tanrı için yer açtığımız üç disiplin olarak görebilirsiniz. Tanrı’nın çalışabileceği ve konuşabileceği bir alan yaratırsak, sürprizler gerçekleşecektir. Eğer öğrenci olmak istiyorsak bu disiplinleri öğrenmemiz gerekir.
Issızlık
Issızlık yalnızca ve yalnızca Tanrı’yla birlikte olmaktır. Hayatınızda ıssızlık için bir yer var mı?
Dağın zirvesinde yalnızca ve yalnızca Tanrı’yla birlikte olmanız neden böylesine önemlidir? Önemlidir çünkü dağ sizi “sevgili” diyerek çağıran Kişi’nin sesini işitebileceğiniz yerdir. Dua etmek sizi “sevgili kızım”, “sevgili oğlum”, “sevgili yavrum” diye çağıranın sesini işitmektir. Dua etmek, işte bu sesin iç varlığınızın tam merkezine, en derinlerinize konuşmasına müsaade etmek ve tüm iç varlığınızda bu sesin devam etmesine izin vermektir.
Peki ben kimim? Ben sevilmiş olanım. Ürdün Nehrinin sularından çıkarken İsa’nın işittiği ses buydu: “Sevgili oğlum budur, O’ndan hoşnudum” Aynı şekilde İsa da hem size hem bana hepimizin onun gibi sevildiğini söylüyor. O ses şimdi size sesleniyor. Eğer bu sese kulak vermezseniz, bu dünyada özgürce yaşayamazsınız.
İsa bu sesi her zaman dinledi ve doğru bir şekilde yürüdü. İnsanlar İsa’yı alkışlıyor, ona gülüyor, onu övüyor, onu reddediyorlar, “Hosanna!” ve “Çarmıha ger onu” diye haykırıyorlardı. Fakat tüm bunların ortasında bile İsa’nın bildiği tek bir şey vardı: Ben sevilmiş biriyim, ben Tanrı’nın gözdesiyim. İsa bu sese sımsıkı tutundu.
Dünyada çok daha yüksek bir şekilde duyduğumuz pek çok ses vardır. Kulakları sağır edercesine sorarlar: “Sevilmiş olduğunu kanıtla”, “Bir değerin olduğunu kanıtla”, “Bir kimseye bir faydan olduğunu kanıtla”, “Katkısı olan bir iş yap”, “İsim yap”, “Biraz güçlü bir konumun olsun. Sonra bak insanlar seni nasıl da sevecekler. Sonra harika ve müthiş bir kişi olduğunu söyleyecekler.”
Bu sesler dünyamızda çok güçlüdür. Tanrı’nın “Sevgili oğlum” diyen sesini işittikten hemen sonra İsa’nın duyduğu diğer sesler şunlardı: “Sevilmiş olduğunu kanıtla. Bir şeyler yap. Şu taşlardan ekmek yap. Ünlü ol. Tapınaktan at kendini, o zaman herkes seni tanır. Biraz gerçek güç edin de, gerçek bir etkin olsun. Etkin olsun istemiyor musun? Bunun için gelmemiş miydin?”
İsa tüm bunlara şu şekilde karşılık verdi: “Hayır, hiçbir şey kanıtlamaya ihtiyacım yok. Ben sevilmiş olanım.”
Rembrandt’ın ‘Kaybolan Oğulun Eve Dönüşü’ adlı tablosunu çok severim. Baba oğluna ve kızına sarılarak şöyle der: “Siz benim sevgili yavrularımsınız. Size hiçbir şey sormayacağım. Her nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın ve insanlar size ne derse desin, siz benim sevgili yavrularımsınız. Sizleri kollarıma alıyorum. Size dokunuyorum. Size kanat geriyorum. Benim adım Sevgi ve Merhamettir, evime gelin.”
Eğer bunu aklınızda tutarsanız, kim olduğunuzu kaybetmeden inanılmaz derecede başarısızlıklarla olduğu kadar inanılmaz derecede başarıyla da uğraşırsınız, çünkü sizin kim olduğunuz sevilmiş olmanızda saklıdır. Anneniz, babanız, kardeşleriniz, öğretmenleriniz, kiliseniz ya da başka bir kimse size şefkatle olduğu kadar acıtıcı bir şekilde dokunmadan çok önce – herhangi bir kişi tarafından reddedilmeden ya da göklere çıkartılmadan çok önce – o ses daima yanı başınızdaydı. “Seni sonsuz bir sevgiyle sevdim.” O sevgi siz doğmadan önce oradaydı ve siz öldükten sonra bile orada olacak.
Elli, altmış, yüz yıllık bir hayat “Evet, ben de seni seviyorum” demek için çok kısa bir süredir. Tanrı beşikte ve çarmıhta öylesine çaresiz, küçük ve bağımlı kalmıştır ki bize “Beni seviyor musun? Beni seviyor musun? Beni gerçekten seviyor musun?” diye haykırmaktadır.
Hizmetin başladığı yer işte burasıdır, çünkü özgürlüğünüz sevilmiş olduğunuz gerçeğinde temellenmiştir. Bu dünyaya ulaşmanıza ve insanlara dokunup onları iyileştirerek, onlarla konuşarak ve hem sevilmiş, hem seçilmiş, hem bereketlenmiş olduklarını fark ettirmenizi sağlayacaktır. Tanrı tarafından sevildiğinizi fark ettiğinizde diğer insanların da sevilmiş olduğunu fark eder ve onları da bunu görmeye davet edersiniz. Ne derin bir şekilde sevildiğinizi öğrendikçe, topluluğunuzdaki insanların da ne derin bir şekilde sevildiğini görmek Tanrı’nın sevgisinin tarif edilemez bir gizemidir.
Şimdi bu anlattıklarımız kolay değildir. İsa bütün geceyi dua ederek geçirdi. Bu durum, duanın her zaman hislerinize dayanan bir şey olmadığının bir resmidir. Her zaman kulaklarınızla işittiğiniz bir ses değildir. Her zaman küçük akıllarımızda bir ışık yakan bir ilham değildir (Tanrı’nın yüreği insanın yüreğinden daha büyüktür, Tanrı’nın aklı insanın aklından daha büyüktür, Tanrı’nın ışığı öylesine göz alıcıdır ki kör olabilirsiniz ve zifiri karanlıkta kalmışsınız gibi gelebilir).
Yine de dua etmelisiniz. Sizi ‘Sevgili’ diye çağıran sesi işitmelisiniz aksi halde etrafta dolaşarak onay, övgü, başarı dilenip duracaksınız. Böyle olduğunda ise özgür değilsinizdir.
Günde sadece yarım saat oturup sadece İncil’den bir ayet üzerinde durursak, örneğin “Rab çobanımdır, eksiğim olmaz.” ayetini üç kere tekrar edip, aslında ne kadar da çok şey istediğimizi bildiğimizden dolayı bu sözlerin doğru olmadığını düşünebiliriz. Bu kadar endişeli olmamızın sebebi budur. Ancak gerçeği, en saf haliyle gerçeği söylersek “Rab çobanımdır, eksiğim olmaz” ve bu sözün aklımızdan yüreğimize ulaşmasını sağlarsak, bu sözler zamanla yüreğimizin en kutsal yerine yazılır. Bu da iş arkadaşlarımızı, işimizi, ailemizi, dostlarımız ve gün içerisinde karşılaştığımız herkesi kabul edebileceğim bir yer haline gelir.
Mesele şudur, oturup sessiz bir şekilde sesin konuşmasını beklediğinizde “Aa, şu işi yapmayı unuttum, şu arkadaşımı aramam lazım, sonra gidip görürüm onu” gibi düşünceler gelmeye başlar. İçsel yaşamınız dallarında maymunların gezindiği bir muz ağacı gibi olur.
Oturup Tanrı’nın sessizlikte size konuşmasını beklemek kolay değildir. Sihirli bir sesle değil belki ama yıllar geçtikçe size bir şeyleri adım adım göstermesi gibi… Ve Tanrı’nın bu sözünde yaşamınızı nasıl yaşamanız gerektiğini gösteren içsel mekanı bulursunuz. Ruhsal hizmetin başladığı yer işte bu ıssızlık noktasıdır. İsa da Tanrı’yı burada işitti. Bizim de Tanrı’yı işittiğimiz yer burasıdır.
Bazen hayatı büyük bir tekerleğe benzetiyorum. İçindeki uzun ince bağlantılar tekerleğin merkezinde birleşiyor. Merkezde ise aks var. Genellikle hizmette sanki insanlara ulaşmaya çalışarak tekerleğin etrafında dönmüş oluyoruz. Ancak Tanrı şöyle diyor: “Merkezden başla; merkezde yaşa. Bu şekilde tekerleğin her noktasıyla bağlantıda olacaksın ve her şeye yetişmek için bu kadar dönmek zorunda kalmayacaksın.”
TOPLULUK
Öncelikle o merkezde, yani Tanrı’yla birlikteyken topluluk ile ilgili çağrıyı işitiriz. Issızlıkta bir ailenin parçası olduğunuzu ve birlikte bir şey gerçekleştirmek istediğinizi fark edersiniz.
Topluluktan anlatmak istediğim resmi birliktelikler değildir. Aileleri, dostları, kiliseleri, on iki adım programlarını, dua gruplarını kastediyorum. Topluluğumuz bir organizasyon değildir. Topluluğumuz bir yaşam biçimini anlatır. Topluluk, Tanrı’nın sevgili çocukları olduğumuz gerçeğini birlikte ilan etmek istediğiniz insanlarla bir araya gelmektir.
Topluluk içinde olmak kolay değildir. Bir keresinde bir kişi şöyle söylemiştir: “Topluluk, birlikte yaşamayı en az istediğin kişiyle birlikte yaşadığınız yerdir.” İsa’nın oluşturduğu on iki elçi topluluğundaki en son isim ona ihanet edecek kişinin ismiydi. O kişi topluluğunuzda bir yerdedir; başkalarının gözünde de bu kişi siz olabilirsiniz.
Daybreak adında bir yerde yaşıyorum. Çocuk ve yetişkin zihinsel engellilerin ve yardımcılarının birlikte yaşadığı dünyadaki yüz noktadan biridir burası. Gündelik hayatın her yanını birlikte paylaşıyoruz. Nathan, Janet ve diğer herkes birlikte yaşamanın ne kadar zor ama bir o kadar da güzel olduğunu bilir.
Issızlığın topluluktan önce gelmesi neden böylesine önemlidir? Eğer Tanrı’nın oğulları ve kızları olduğumuzu bilmezsek, topluluğumuzdaki insanlardan birinin bize bu hissi yaşatması için çabalayacağız. Ama insanların bunu yapması mümkün değildir. O mükemmel ve koşulsuz sevgiyi bir kişinin bize vermesini bekleyeceğiz. Ancak topluluk yalnızlık içinde yalnızlık değildir: “Ben çok yalnızım, sen de çok yalnızsın.” Topluluk ıssızlık içinde ıssızlıktır: “Ben sevilmiş olanım; sen de sevilmiş olansın; birlikte bir ev inşa edebiliriz.” Bazen yakın oluruz ve bu gerçekten çok iyidir. Bazen ise pek sevilmiş hissetmeyiz ve bu da zordur. Ancak yine de sadık kalabiliriz. Birlikte bir yuva inşa edebiliriz ve hem Tanrı hem de Tanrı çocukları için bir yer açabiliriz.
Topluluk disiplini başlığı altında bağışlama ve kutlama disiplinleri yer alır. İster evlilik, arkadaşlık ya da başka bir tür topluluk olsun, topluluğu topluluk yapan bağışlama ve kutlamadır. Pekala bağışlama nedir? Bağışlama, karşımızdaki kişiye tanrılık taslamamak demektir. Çünkü bağışlamanın sesi şöyledir: “Biliyorum sen beni seviyorsun ama beni şartsız sevmen gerekmiyor çünkü bunu yapabilecek hiçbir canlı yoktur.”
Hepimizin yaraları var. Hepimizin çekmekte olduğu çok acı var. Özellikle de bu yalnızlık hissi bizi gerçekleştireceğimiz tüm başarılardan geri tutmaktadır. Hiçbir faydamız olmadığı hissi tüm övgüleri alır götürür, insanlar bize harika olduğumuzu söylediğinde bile bu anlamsızlık hissi bazen insanlara tutunmamıza ve onlardan veremeyecekleri bir sevgiyi ve ilgiyi vermelerini beklememize sebep olur.
Eğer insanlardan yalnızca Tanrı’nın verebileceği bir şeyi istersek, bu iyi bir ruh değildir. Biz “beni sev” deriz ve bundan önce ise saldırgan, talepkar ve kontrolcü oluruz. Birbirimizi sürekli bağışlamamız, ara sıra değil ama hayatın her anında bağışlamamız son derece önemlidir. İnsanları bağışlamak için en az üç fırsatla karşılaşırsınız çünkü aklınız zaten şu üç soruyu sormaktadır: İnsanlar benimle ilgili ne düşünecekler acaba? Ne yapacaklar? Beni nasıl kullanacaklar?
Size az sevgi gösterdikleri için insanları bağışlamak zor bir disiplindir. Az sevgi gösterebildiğiniz için insanlardan sizi bağışlamalarını istemek de zor bir disiplindir. Çocuklarınıza, eşinize, arkadaşlarınıza vermek istediğinizin hepsini veremediğinizi söylemek acıtır. Yine de topluluğun oluşmaya başladığı yer burasıdır, yani bağışladığınızda ve talepkar olmadan bir araya geldiğinizde.
İşte topluluk disiplininin ikincisi olan kutlamanın ilk noktası da budur. Yalnızca Tanrı’nın verebildiği şeyi insanlar veremediğinde bağışlayabiliyorsanız, o zaman o kişinin armağanlarını kutlayabilirsiniz. O zaman Tanrı’nın koşulsuz sevgisinin yansıması olarak o kişinin size verdiği sevgiyi görebilirsiniz. “Birbirinizi sevin çünkü önce ben sizi sevdim.” Bu ilk sevgiyi bildiğimizde, bunun yansıması olarak insanlardan bize gelen sevgiyi görebiliriz. Bunu kutlayarak “Vay be, çok güzel!” diyebiliriz.
Daybreak’te bağışlamamız gereken çok durum olur. Ancak bağışlamanın tam ortasında kutlama gelir. Topluluk tarafından genellikle marjinal olarak adlandırılan insanların güzelliğini görürüz. Bağışlama ve kutlama aracılığıyla topluluk, insanların armağanlarının kullanıldığı, yüreklerinin yükseltildiği ve onlara “Sen Tanrı’nın sevgili kızısın, oğlusun” dendiği bir yere dönüşür.
Başka bir kişinin armağanlarını kutlamak demek, birbirimize zarif iltifatlarda bulunmak demek değildir. “Birbirimizin armağanlarını kutlamak, birbirimizi kabul etmektir. Başkalarının gözünden düşen bir kişi yaşam doludur, çünkü o kişi aracılığıyla kendi kırıklığınızı fark edersiniz.
Şunu söylemeye çalışıyorum. Bu dünyada pek çok kişi kendi kendini reddetme yükü altında yaşamaktadır: “Ben iyi değilim. Beceriksizim. İnsanlar benimle ilgilenmiyor. Param olmasaydı benimle konuşmazlardı. Bu güzel işte çalışıyor olmasaydım beni hiç aramazlardı. Böyle bir etkim olmasaydı beni sevmezlerdi.” Başarılı ve son derece üstün bir kariyerin gerisinde kendisini pek düşünmeyen korkak insanlar vardır. İşte topluluk aracılığıyla, birbirimizi bağışlayıp birbirimizin armağanlarını kutladığımız bu çaresizlikler ortaya çıkar.
Daybreak’e geldiğimden beri çok şey öğrendim. Gerçek armağanımın kitap yazmak ya da üniversitede görev almak olmadığını öğrendim. Benim gerçek armağanlarımın adı, beni diğer şeylerden etkilenmeyecek kadar iyi tanıyan Janet, Nathan ve diğerleri tarafından konuldu. Arada bir bana, “Sana bir öğüt vereyim” derler “Neden biraz da kendi yazdığın kitapları okumuyorsun?”
Çaresizliğim, sabırsızlığım ve zayıflıklarımla tanınmamın iyileştirici bir yanı vardır. Birden Henri’nin kitap okumayan ve başarı ile ilgilenmeyen kişiler tarafından da iyi bir kişi olarak görüldüğünü anlarım. Bu insanlar bende her zaman var olan ben merkezli yüz ifadelerimden ve davranışlarımdan dolayı beni bağışlayabilirler.
Hizmet
İsa Mesih’in tüm öğrencileri hizmet etmeye çağrılmıştır. Hizmet her ne kadar sizden pek çok şey yapmanızı istese de aslında yaptığınız bir şey değildir. Hizmet güvenmeniz gereken bir şeydir. Eğer sevilmiş olduğunuzu bilirseniz ve çevrenizdeki insanları sürekli bağışlayıp onların armağanlarını kutlarsanız, hizmet etmeden duramazsınız.
İsa bir sürü acayip karmaşık şeyler yaparak insanları iyileştirmedi. Ondan insanlara bir güç akıyordu ve bu şekilde herkes iyileşti. İsa “Bir bakayım, belki bununla ilgili bir şey yapabilirim” demedi. O’na dokunan herkes iyileşti çünkü onun temiz kalbinden bir güç akıyordu. İsa tek bir şey istiyordu. Tanrı’nın isteğini yapmak. Tamamen itaat ediyordu, Tanrı’nın sesini dinliyordu. Bu dinlemeden ise İsa’nın gördüğü ve konuştuğu herkese yansıyan Tanrı ile derin bir yakınlık geldi.
Hizmet buna güvenmeniz gerektiği anlamına gelir. Eğer Tanrı’nın çocuğuysanız sizden topluluğunuza bir güç akacağına ve insanların iyileşeceğine güvenmelisiniz. “Gidin, hastaları iyileştirin. Yılanlar üzerinde yürüyün. Ölüleri diriltin.” Bunlar basit sözler değildir. Ancak İsa “Ben ne yapıyorsam siz bunlardan da büyüklerini yapacaksınız” demişti. İsa şu konuyu önemle vurguladı: “Ben dünyaya gönderildiğim gibi siz de dünyaya gönderilmektesiniz. İyileştirmek, şifa vermek için.” Bu iyileştiren güce güvenin. Sevilmişler olarak yaşadığınız sürece siz ister fark edin, ister fark etmeyin insanlara şifa vereceğinize güvenin. Bunun için de bu çağrıya sadık kalmalısınız.
Şifa hizmeti iki sözcükle özetlenebilir: Minnettarlık ve acıma.
Şifa genellikle insanları minnettarlığa yönlendirdiğinde gerçekleşir, çünkü dünya kinle doludur. Pekala kin nedir? Buz gibi bir öfkedir. “Ona kızgınım. Şuna kızgınım. Benim istediğim böyle değildi.” Giderek olumsuz olarak gördüğümüz daha fazla şey ortaya çıkar ve çok geçmeden her şeye kin duyan bir kişi oluveririz.
Bu şekilde bir tutum, hatalarınıza ve hayal kırıklıklarınıza bağlanmanızı sağlayarak hayatta kaybettiklerinize dert yanmanıza sebep olur. Hayatlarımız kayıplarla doludur. Hayallerimiz, arkadaşlarımız, ailemiz, ümitlerimiz… Kin sonucu ortaya çıkan bu inanılmaz acılara vereceğimiz yanıtın her zaman gizli tehlikeleri vardır. Kin, yüreğimizi sertleştirir.
İsa bizi minnettar olmaya davet eder. Bize “Ey akılsızlar” der, “İnsanoğlu’nun – yani hem sizin hem benim – acı çekmesi ve böylece yüceliğe kavuşması gerektiğini bilmiyor musunuz? Bu acıların sizi sevince götüren ağır acılar olduğunu bilmiyor musunuz? Kayıp olarak yaşadığımız her şeyin Tanrı’nın gözünde kazanç olduğunu bilmiyor musunuz? Canını kaybeden, kazanacak. Ve tohum toprağa düşüp ölmezse, öylece kalır ama toprağa düşüp ölürse ürün verir.”
Hayatınızda gerçekleşen her şey için minnettar olabilir misiniz? Sadece iyi şeyler değil; ama sizi bugüne getiren her şey için? Bir Oğulun çektiği ıstırapla Hristiyan denen aile oluştu. Bu Tanrı’nın gizemidir. Bizim hizmetimiz, insanlara yardım etmek ve acıların ortasında bile bereketin bulunduğunu keşfetmektir. Gözyaşlarında sevinç ve dans vardır.
Bu deli saçması dünyada iyi günler ile kötü günler ve acı ile sevinç arasında inanılmaz farklar vardır. Ancak Tanrı’nın gözlerinde bunlar ayrı değildir. Nerede acı varsa, şifa da vardır. Nerede keder varsa, dans da vardır. Nerede yoksulluk varsa, egemenlik de oradadır.
İsa şöyle söyler “Acılarınıza ağlayın, gözyaşlarınızın içinde olduğumu göreceksiniz ve zayıflığınızdaki varlığıma minnettar kalacaksınız.” Hizmet demek, insanlar acı içerisinde olsalar da yaşadıkları hayat için minnettar kalmalarına yardımcı olmaktır. Bu minnettarlık, dünyada özellikle acıyı yaşayan insanların olduğu yere gönderir. Hizmet eden kişi, İsa Mesih’in öğrencisi, acı olan yere bir mazoşist ya da sadist olduğu için değil, Tanrı acının içerisinde gizli olduğu için gider.
“Ne mutlu ruhta yoksul olanlara.” İsa “Ne mutlu yoksullarla ilgilenenlere” dememiştir. “Ne mutlu ruhta yoksul olanlara. Ne mutlu kederli olanlara. Ne mutlu acı çekenlere. İşte ben oradayım” demiştir. Hizmet etmek için acının olduğu yerde bulunmanız gerekir. Bazen bu acı, dışarıdan bakıldığında acı çekmiyormuş gibi görünen insanların içinde gizlidir.
Merhamet, birlikte katlanmak, elem çekenlerle elem çekmek demektir. İsa Nain’li kadını gördüğünde, tek oğlunu da kaybetmiş dul bir kadın olduğunu anladı ve ona acıdı. O kadının acılarını iç varlığının en derinlerinde hissetti. Acısını ruhunda öylesine derinden hissetti ki o acımayla oğlunu hayata döndürdü. Öyle ki oğlunu annesine verebilsin.
İnsanlarla birlikte olmaya cesaretimiz olsun diye yoksulluk, yalnızlık ve elem olan her yere gönderildik. Kendinizi acı dolu bu mekana attığınızdan dolayı İsa’nın sevincinin sizi bulacağına güvenin. Tarihteki tüm hizmetler bu görüş üzerine kurulmuştur. Merhamet sayesinde yeni bir dünya ortaya çıkmaktadır. Göksel Babanız merhametli olduğu gibi siz de merhametli olun. Bu yüce bir çağrıdır. Ama korkuya kapılmayın; korkmayın. “Ben yapamam” demeyin.
Sevilmiş olduğunuzun farkında olduğunuzda, topluluğunuzda dostlarınız olduğunda her şeyi yapabilirsiniz. Artık korkmazsınız. Bir kişi ölmek üzereyken kapıları çalmaya çekinmezsiniz. Gizliden gizliye yardımınıza ihtiyacı olan bir kişiyle sohbet başlatmaktan korkmazsınız. Artık özgürsünüz.
Ben bunları sürekli yaşadım. Bunalımda hissettiğimde ya da endişeli olduğumda bana yardım edecek arkadaşlarım olduğunu bilirim. Bana hizmet eden kişiler benimle birlikte olmaktan korkmayan kişilerdi. Kısacası yoksul olduğum alanda Tanrı’nın bereketini keşfettim.
Birkaç hafta önce bir arkadaşım vefat etti. Sınıf arkadaşımdı ve cenaze töreninin kaseti elime ulaştırıldı. Tören sırasındaki ilk okuma küçük bir dere ile ilgili bir öyküydü. Dere şöyle diyordu: “Ben koca bir nehir olabilirim.” Çok çalıştı ama yoluna çok büyük bir kaya çıktı. Dere dedi ki: “Bu kayanın üstesinden geleceğim.” Küçük dere kayayı kenara sürükledi, çok güçlü olduğu için de kayanın üstesinden geldi.
Bir süre sonra büyük kayadan bir duvarla karşılaştı ve bu duvarı sürüklemeye başladı. En sonunda dere bir kanyon yarattı ve bir çıkış yolu buldu. Artık bir nehir olmakta olan dere şöyle dedi: “Yapabiliyorum. Önüme çıkanları sürükleyebiliyorum. Artık hiçbir şey karşısında yılmayacağım.”
Sonra önüne devasa bir orman çıktı. Dere şöyle dedi: “Yoluma devam edip bu ağaçları sürükleyeceğim.” Ve öyle yaptı. Daha da güçlü olan dere güneşin altında çok büyük bir çölün kenarına geldi. Dere “Bu çölü geçeceğim” dedi. Ancak sıcak toprak tüm suyunu emmeye başladı. Dere “Hayır, yapacağım” dedi “Bu çölü aşacağım.” Ancak dere çok geçmeden çöl kumları arasında kaybolarak bir çamur kütlesi haline geldi.
Sonra dere yukarıdan bir ses işitti: “Teslim ol. Seni kurtarayım. Bana bırak.” Dere “Pekala” dedi. Sonra güneş dereyi yukarı çekerek koca bir bulut haline getirdi. Dereyi çölün üzerinde taşıdı ve yağmur yağmasını sağlayarak uzaktaki tarlaları zengin ve bol ürünlü kıldı.
Hayatlarımızda çölün kenarında durup her şeyi kendimiz yapmak istediğimiz zamanlar vardır. Ancak ses bize şöyle konuşur: “Bırak. Teslim ol. Seni bereketli kılacağım. Evet, bana güven. Kendini bana ver.”
Sizin ve benim hayatımdaki değer başarı değil, meyvedir. Hayatınızın meyvelerini kendiniz görmüyor olabilirsiniz. Hayatınızın meyveleri genelde yaşadığınız acılardan, çaresizliklerinizden ve kaybettiklerinizden doğar. Hayatınızın meyveleri yalnızca ekinci toprağınızı biçtikten sonra ortaya çıkabilir. Tanrı sizin bol meyve vermenizi istiyor.
Böylece soru “Önümdeki yıllar boyunca neyi ne kadar yapabileceğim” değildir. Soru “Hayatım ürün versin diye kendimi tam olarak nasıl teslim edebilirim” dir. Hayatlarımız küçük ve kısadır. Ancak bizi sevgili diye çağıran Rab’bin gözünde, büyüğüz. Ömrümüzün yıllarından daha da büyüğüz… Ürün vereceğiz, bunlar sizin ve benim bu dünyada göremeyeceğim ürünler olabilir belki; ama ortaya çıkacağına güvenimizin tam olduğu ürünler olacaktır.
Issızlık, topluluk, hizmet — Bu disiplinler meyve veren bir hayatı yaşamamıza yardımcı olurlar. İsa’da kalın, o da sizde kalsın. Çok ürün vereceksiniz, çok sevineceksiniz ve sevinciniz tam olacak.
Çeviri: Onur Yöş
Yorum Ekle