Ölümün biyolojik tanımı ne olursa olsun, ölüm bizler için her zaman, ölen kişiyle iletişim kurmanın imkânsızlığının değiştirilemez olduğu an olarak kalır. Ölülerle artık ne konuşulabilir, ne onlarla hareket edilebilir ne de onlarla uyum sağlanabilir. Kimse onları bulamaz veya yakalayamaz. Ya da yalnızca bir gölge yakalanabilir: bizler bunları temsil ediyoruz, onların imgesi bizlerin hatıralarında kalır ama bu hatıralar ne kadar da belirsizdir! En kötüsü de onların varlığının tamamen bize ve bizim titrek belleğimize bağlı olmasıdır. En iyi durumda, ölen kişi onu küçülten bayağılıklardan kurtulmuş görünebilir fakat o kişi artık bizim tanıdığımız kişi değildir. Ölüm, kişisel ilişkinin sonudur. Ölüm kişiler arasındaki ilişkiye son noktayı koyar. Oysa sevdiğimiz kişiyi aslında yeterince sevmediğimizi, onu daha fazla sevebileceğimizi ve sevmiş olmamız gerektiğini tam da o kişi öldüğü sırada fark ederiz. Ölüm – ilk izlenime göre – sevdiğimiz kişiyi şeyleştirir. Önce cansız bir kadavraya, sonra da hayatta kalanların belleklerinde bulanık imgeye dönüştürür. Ölümün çirkin yanı budur: İnsan, olmadığı bir şeye dönüşür, asla olmadığı (uyku veya bayılma anları hariç) bir nesneye dönüşür.
Ölen ve bir nesneye dönüşen kişi, olduğu haliyle, Yunanca logos olarak ifade edilen şey olarak bireyin kendisidir: Yani dil, akıl, anlam, tanım, kavram vs. İşte bir insandan biricik bir birey yaratarak onu diğerlerinden ayırt eden, fakat aynı zamanda da onu bir parça haline getirerek onu bir türe bağlayan bu logostur. Bir hayvanın ölümü bizi az miktarda şoka uğratır: Bu ölüm bize onun hayvansal yaşamının tamamen doğal bir sonucu gibi görünür. Bu ölümde, hayvan yalnızca türünün yasasına teslim olur. Hayvanın dünyasında, ölüm, ölümün el değmemiş halde bıraktığı bir türün en küçük bölünmez parçası olarak canlı bir varlığa dokunur. Fakat insanın dünyasında bu böyle değildir. Her insanda, yeri doldurulamaz bir şey vardır. Her bir bireyin ölümünde, ölen şey bir nevi tüm insanlığın kendisidir. O halde bütün ölümlerin korkunç niteliği hissedilebilir, zira ölüm her insanda tüm insanlığı vurur.
Hristiyanlıktaki ölüm kavramı bir felsefeye dayanmaz. Ölüm, mutlak olarak kavranan bir Tanrı ile buluşmadır. Ölüm, Tanrı’ya erişim gibidir ve ölümden Hristiyan bir terim olarak bahsetmek için, başlangıç noktası olarak genel anlamdaki ölümü değil, Mesih’in ölümü alınmalıdır. Zira “Hristiyanların içerisinde Hristiyan olan kişi, Mesih’tir” (Aziz Augustinus). Mesih’in ölümü, Hristiyanlıktaki biricik ölümdür. Ölümün Hristiyanlıktaki anlamını sormak, Mesih’in ölümünü tefekkür etmektir.
İsa’nın ölümünün birinci dikkat çekici, hatta benzersiz özelliği, bu ölümün özgürce seçilmiş olmasıdır: “Canımı kimse benden alamaz; ben onu kendiliğimden veririm” (Yu 10: 18). Burada bir intihardan bahsedilemez, çünkü Mesih itaat ruhuyla hareket etmektedir. Bu itaat hiçbir şekilde zoraki bir teslimiyet değil, tam bir rıza ve mutlak bir özgürlük işaretidir. Mesih Baba’ya ne kadar itaat ederse, o kadar kendi, o kadar özgür olur. Mesih, kurtarılmak için ölmeye ihtiyaç duymamıştır. Özgür olmak için uzaklaştırması gereken hiçbir engeli yoktur. O, kendi özgürlüğüne daha öncesinden sahiptir. Bu özgürlük O’nu gönderen Baba’nın özgürlüğüne tekabül eder. O halde ölümü de bir kurtuluş değildir. Mesih, kurtulmak için ölmez, fakat kendi ölümüyle insanları ölümün nüfuzundan kurtarır.
Başka bir özellikle de Mesih’in ölümünün bir armağan olmasıdır. “Hiç kimsede, insanın, dostları uğruna canını vermesinden daha büyük bir sevgi yoktur” (Yu 15: 13). Mesih öldüğünde yaşamını verir. Yaşamını vermek, O’na göre yalnızca kendini kurban etmesi demek değil, aynı zamanda kendi yaşama biçimini, O’nun Üçlü Birlik’te yaşama biçimini iletmektir – O ki Baba’dan her şeyi alır ve kendini Baba’ya sunar. İletilen şey tam da kişiliğindeki benzersiz yönü oluşturan kendini teslim etme kapasitesidir. Kendinde bulunan en özgün şeyi sunar, yani Baba’ya erişimini. Ölümde, Mesih insan doğasından arıtılmıştır. O’na Baba’yla ilişkisinden başka hiçbir şey kalmaz geriye. Fakat Baba’yı terk etmez. Kusursuz bir itaat içerisinde, kendini terk eder. Mesih’in ölümünde bütün anlamlar acımasızca, Baba’nı iradesini kendininkine tercih etme alçakgönüllülüğüne indirgenir. Mesih bize şunu öğretir: İnsan olmak, günahın kölesi haline gelmiş bir dünyanın iyi tanımlanmış bir parçası olmak değil, İsa Mesih ile aynı niteliklere, yani özetle O’nun gibi ölerek kendini verme kapasitesine sahip olmaktır.
Mesih kendi ölümünde insan olarak toptan bağımlılığını saptar. İnsan doğasından arındığı ve itaate indirgendiği için insan olarak, Üçlübirlik’te bir uknumun bir diğerine ilahi özdeğin karşılıklı teslimiyeti olan şeyi yaşar. Böylelikle, Üçlübirlik’te zaten yaşayabileceği dışında hiçbir şey öğrenmez. Ölüm Oğul için “zenginleştirici bir deneyim” değildir. Bu geçişe ihtiyaç duyanlar biz insanlarız: Bir geçiş olarak ölüm, bir uknumun bir ötekine teslis biçiminde geçişinin yaratılmasının tercümesidir. Ölüm, insan varlığı için ilahi yaşama geçişi yaşamanın biricik yoludur.
Hristiyanlığa göre ölüm bir geçiştir. Mesih kendi ölümünde dünyadan çıkar ve Baba’ya gider (Yu 13: 1). Baba’ya yapılan bu yürüyüş, Oğul’un Baba’ya ebedi erişiminin insanların ve zamanın evreninde bıraktığı izdir. Bu yürüyüş göçtür (Luka 9: 31) ve bu çıkışta, tıpkı bir zamanlardaki Mısır’dan çıkış gibi, ilahi isim ortaya çıkar: “İnsanoğlu’nu yukarı (çarmıh üstünde) kaldırdığınız zaman benim O olduğumu, kendiliğimden hiçbir şey yapmadığımı, ama tıpkı Baba’nın bana öğrettiği gibi konuştuğumu anlayacaksınız” (Yu 8: 28). “O”, yani bundan böyle Haç’la çınlayan ilahi. Tanrı’nın adı, Üçlübirlik içindeki iyilik yoluyla kişinin kendiyle iletişimidir ve bu da Oğul’un Baba’ya olan itaati içinde ortaya çıkar ve kendini iletir.
Hristiyan kişi için de ölmek Baba’ya erişmektir. Oysa kişi yalnızca Mesih’te ölebilir. Ölüm, canlıların dünyası ile belirsiz bir öte dünya arasındaki anlaşılmaz bir dalgalanma değildir. İnsan yaşamını ölülerin dünyasından ayıran sınır o kadar nettir ki, kişinin ilahi yaşama erişmesinin tek yolu ölümdür: Hristiyan kişi bu erişimin umuduyla, buna güvenerek yaşar: “O’nun aracılığıyla hepimiz tek Ruh’ta Baba’nın huzuruna çıkabiliriz” (Ef 2: 18; 3: 12). İnsandan bir kişi yaratan şey tam olarak ölüm yoluyla Tanrı’ya erişme imkânıdır. Baba’ya erişimin yanı sıra, Aziz Pavlus Mesih’in bize yaptığı armağanlar arasında açıkyürekliliği, yani Tanrı karşısında güvenle konuşabilme, O’na her şeyi söyleme hakkına sahip olma olgusunu da sayar. Mesih’in ölümü ve O’nun Baba’ya geçişi Hristiyanlara yeni bir özgürlük için yenilenmiş bir dil verir. Mesih’in ölümü dünyayı kurtarır. Bunun nedeni ölüm, dönüşmenin masumiyetini bastıracak olan gücü yok edecek diye değil, Baba’ya erişimi açtığı ve kelamı serbest bıraktığı içindir.
Çeviri: Pınar Ercan
[…] The first remarkable, even unique, feature of Jesus’ death is that it was freely chosen: “No one can take my soul from me; I give it of my own accord” (John 10:18). There can be no talk of suicide here, because Christ is acting in a spirit of obedience. This obedience is by no means a forced surrender, but a sign of complete consent and absolute freedom. The more Christ obeys the Father, the more free he becomes. Christ did not need to die to be saved. There are no barriers that must be removed in order to be free. He already has his own freedom. This freedom corresponds to the freedom of the Father who sent Him. So his death is not a salvation either. Christ does not die to be saved, but by his own death he frees people from the influence of death. […]