Kilise bir ortak yaşam alanıdır. Mesih’e iman eden birisi için ilk adım attığı andan itibaren kilise, yaşamının bir çok alanında etkin ve yoğun bir değişim sürecinin merkezi haline gelir. Bunun sebebi nedir? Kiliseyi imanlının yaşamında merkeze alan, hayatının farklı aşamalarında sürekli bir ilişki kurmasına sebep olan şey nedir? Kutsal Yazılar’a göre kilisenin zaten böyle bir rolü vardır. Kilise ‘’O’nun bedenidir, her yönden her şeyi dolduranın doluluğudur’’ (Ef. 1:23) O’nun bedeninin bir parçası olarak, o bedene ait bir yaşam sürmek, o bedenle birlikte tapınmak ve birlikte büyümek, en nihayetinde de belirlenen amacı birlikte gerçekleştirmek bir imanlının yaşamının önemli bir parçasıdır. Peki, günlük yaşamda bunu nasıl anlayacağız veya deneyimleyeceğiz? Bedenin bir parçası olmanın sonuçları nelerdir? Biz öncelikle birlikte yaşamın anlamına ve bedenin her üyesinin, bir diğerinin yararına olarak nasıl bir sorumluluğu olduğuna bakalım.
Bu anlamda soruyu tersten sormak daha yararlı kanımca. Bedenin bir parçası olmak ne demek değildir? Ve bunun sonuçları ne olmamalıdır? Bu iki soru negatif yönden bize daha derin bir açıklama getirebilir. Çünkü bir ölçüde günlük davranışlarımızı yöneten daha çok ‘’yapmamamız gerekenler’’ oluyor. Çoğumuz bir kontrol ve sorgulama hayatı yaşıyoruz ve burada en çok karşımıza çıkan sorun topluluk yaşamının sırtımıza yüklediği yüklerdir. Ve aynı ölçüde bizim başkasının sırtına yüklediğimiz yüklerdir. Bu nedenle bir nasıl olmalı sorusundan çok nasıl olmamalı sorusunun daha yararlı olduğuna inanıyorum. Bu noktada ‘’kontrolcülük ve disiplini çarpıtma’’ olarak karşımıza iki sorun çıkıyor. Kilisede bireylerin kültürel, sosyal ve ilişkisel olarak kontrol edilmesine neden olan bir sözde disiplin anlayışı nedeniyle, kilise gerçek rolünü kaybedip bir baskı merkezi haline gelmektedir. Özellikle özgüveni eksik bir kilise idaresi, üyelerine tanrısal sevgi ve birleştirici bir lütuftan daha çok kontrolcülük ve baskıyla yönelmektedir. Bu özgüven eksikliğinin kaynaklarından biri bilgi eksikliğidir.
Artık bir sosyal medya, internet ve teknoloji çağında yaşıyoruz. İlerleme hayal edebileceğimizden daha hızlı oluyor ve kilise bundan ciddi şekilde etkileniyor. Gençlerimiz sosyo-kültürel anlamda bir çapraz ateş altında ve alışkanlıkları, edindikleri birikim Hristiyan gerçekleri olarak yıllardır öğretilen bazı şeylerle çelişiyor. Bu gerçekler inancın kendisinden çok, Hristiyan olarak yaşamakla ilgilidir. 2000 yılı aşkın zamandır kendi yolunu izleyen kilisenin geçtiği evreler göz önüne alındığında hâlâ neoklasik -derlemeci- bir anlayışla idare edilmeye çalışıldığını görebiliriz. Edinilen deneyimi reddeden ve Protestan reformu dışında bir Hristiyanlık deneyimini kabul etmeyen duruşa karşılık kiliseyi tüm yenilikçi girişimlerden koparmaya çalışan aşırı gelenekçi kiliselerle karşılaşırız. Yaşadığımız çağın dinamikleriyle bağ kuramayan bu iki anlayışın ötesinde özgürlükçü ve gelenekçi bir damarın olduğuna inanıyorum. Ve bu damarın taşıdığı kan; bireysel özgürlüğe açık ve inancın temel öğretilerine sadık olmayı aynı anda içerebilir. Ve içermediğinde çatışmaları yükselten bir kriz yaşamamız kaçınılmazdır. Bu çatışma daha çok sürekli etrafı kol açan eden yasacı gözlerin altında ezilen ve umut arayan insanların arasından gelmektedir. Ve bu insanların itirazlarını dinlememek kiliseyi marjinalleştirme riski yaratmaktadır.
Son dönemde özellikle kiliselerin toplumsal konularda aldığı tavırlar üzerine yeni tartışmalara tanıklık ediyoruz. Bu tartışmalar sırasında karşımıza tanıdık bir tip çıkmaktadır. Bu tanıdık karakter yukarıda bahsettiğimiz aşırı gelenekçi veya geleneğin düşmanı olan iki taraftan da karşımıza çıkabiliyor. En belirgin özelliği insanları takip eden, taciz eden ve sözde Hristiyan doğruluğunu savunurken yargılayan tavrıdır. Yenilikçilikten kaçan kilisenin, sürekli birilerine işaret eden parmağı olan bu karakterin yanılgısı her durumda günah aramak ve klasik anlayışını mutlak doğru olarak dayatmaktır. İşte burada ne yapmamalı veya bir beden olarak kilise ne değildir sorusunun cevabıyla karşılaşırız. Kilise her şeyden önce 7/24 açık bir yargı kürsüsü değildir. Çikolata yemenin şehveti artırdığı ve günah olduğuna olduğuna inanıldığı, sinemaya gitmenin bile ayıp karşılandığı günleri geride bıraktığımıza mı inanıyorsunuz? Bu anlayış o kadar keskin bir şekilde sürmüyor olsa da farklı noktalardan aynı anlayışla yaşamlara saldırmaya devam ediyor. Bir film üzerinden, dinlediğimiz müzik üzerinden, kitap okuma veya eğlence anlayışımız üzerinden üzerimizde o keskin ve öldürücü kılıcını sallamaya devam ediyor. Bu anlayışa göre Hristiyan yüreği kendileri gibi bilge ve deneyimli kişiler tarafından korunmalıdır. Kilise kendileri tarafından terbiye edilmeli ve hatta tüm Hristiyanları kapsayan bir işaret direği gibi görev görmelidirler. Yaklaşım öyle bir noktaya gelir ki kendi kiliselerinin üyesi olmayanlara dahi yola getirmek amacıyla aynı parmağı sallamayı görev bilirler. Kilise bu değildir. Önderlik bu değildir. Mesih’in doğruluğunu savunmak sürekli insanlara ne yapmamalarını öğretmek ve her adımlarında bir yargı aracı olmak demek değildir. Her popüler konseptin altında bir putperestlik, cadılık ve kötü ruh arayan anlayışın yargıladığı Hristiyan bireyin özgürlüğüne yönelik bir saldırıdır bu. Elbette modern dönemin her unsuru kutsanmalı ve kabul edilmelidir demiyorum. Hristiyanların ahlaki ölçüde sorumluluğu olduğunu görmezden gelmiyorum. Ancak Hristiyan bireyin ruhsal olarak hiyerarşik zulme maruz bırakılmasını kabul etmiyorum. Sevgi ve hizmet içermeyen bir yaklaşım ancak kiliseyi adil olmayan bir yargılama aracı haline getirecektir. En belirgin günahlara haiz kişileri bile kontrolcülükten uzak ve yararcı bir yönelimle kazanmak mümkündür. Kutsal Kitap’a bakıp, literalist bir çıkarımla yasalar üretmek. Popüler bir şarkıcının sahnedeki el hareketinden kötü ruhların yönettiği bir din peygamberliği algılamak, her müzikte, kültürel mirasın her bir öğesinde cinler, cadılar aramak ortaçağı bile kıskandıracak garip bir “dindarlık” üretmektir.
Ve kilise böyle bir kavram değildir.
(Miras’ın 18. Sayısında yayınlanmıştır.)
Yorum Ekle