Miras Dergisi

Yaratılış ve Ekoloji

Şu artık çok iyi biliniyor ki ekolojik kriz inanç ve değerlerimizi, kendimizden şüphe edecek derecede şiddetli biçimde sarsıyor. Elli sene önce, dış dünyanın düşmanlığı üstünde insanlığın müthiş zaferi gibi görülen şey, aniden başarısızlık, hatta hata duygusuna dönüşüyor. İşte kendi ilerlememizin sonuçları tarafından böyle tehdit ediliyoruz şimdi. O kadar ki gelecek artık belirsiz görünüyor. Burada pek çok faktör tartışılabilir. İmha silahlarının gücü, noktasal veya yaygın kirliliğin büyüklüğü, Üçüncü Dünyadaki nüfus patlaması, “gelişmiş” denilen ülkelerde tüketimin hızlı artışı, gezegenin kendini düzene koyma sistemlerinin bozulması (iklim değişimleri, sera gazı, asit yağmurları), yenilenemeyen ve bazen hatta yenilenebilir kaynakların tükenişi, örneğin şimdilik anons edilen içme suyu sıkıntısı… Her şey, aslında insanın kalkınma krizi olan bir krize doğru hareket ediyor.

Çözülmeyen bir kriz
Elbette 1972 senesinde Stockholm Konferansı’ndan sonra yüksek sesle ifade edilen kriz gerçekleşmemiş ve kamuoyu, beklenen zamanda gelmeyen bir tufanı boşuna beklemekten yorgun halde, meseleye karşı ilgisizleşmiştir. Bununla birlikte, kriz otuz yıldır derin biçimde ve uzun vadede, çözülmek yerine ağırlık kazanmış ve krizin nedenleri önüne set çekmeyi başardığımızı gösteren hiçbir belirti de olmamıştır. Yerel ölçekte, kirliliği daha iyi yönettiğimiz çok açıktır. Endüstriyel firma ve paranın karşısındaki bir söylemin verdiği korkunun aksine,  büyük endüstri önemli bir ilerleme kaydetmiştir. Üretim sürecini analiz etmiş ve sıklıkla da ıslah etmiş, “yeşil bir yaklaşımı” bir tanıtım aracı olarak kullanmayı bile başarmıştır. 60’ların başı ile günümüz arasında, kirlilik karşıtı mücadelelerdeki ilerlemeler, en azından “gelişmiş” denen ülkelerde, tartışılmaz derecede nettir. Fakat, küresel ölçekte (ya da dünya ölçeğinde de diyebiliriz), sanki yereldeki iyileştirmeler daha sistematik ve daha ağır hasarlar saklıyormuş gibi, ekolojik ortam üstündeki baskı geçmemektedir.  Büyük bir hızla ilerleyen kentleşmeyi, İstanbul gibi kendi kendine biten yerleşim alanlarıyla şampiyon şehirleri, bozuk kentleşmeyi düşünelim. Yine otomobil kullanımının artması ve motor hacminin çoğalmasını veya demografiyi, ormanlık alanların sömürülmesini, enerji talebini, demokrasi açığını, tüm dünyaya yayılmak istenen, Amerikan sineması ve reklam baskısıyla taşınan tüketici modelini düşünelim. Çok net bir biçimde, ekonominin küreselleştirilmesi, özelleştirme ve serbestleştirme bağlamında, toplumsal ve siyasal sistemlerin krizi yönetmeyi beceremediği hissine kapılırız. Bunun sonucu topyekûn bir kıyamet, insan türünün yok olması mı olacaktır? Muhtemelen hayır. Fakat mevcut kurumsal sistemlerin çökmesini bekleyebiliriz. İşte tufan kopmadan önce zevk ve tüketim çılgınlığının nedeni budur.

Benim görüşüme göre, ekolojik krizi iyice ele almak için, iki gizli tehlikeden sakınmak gerekir. Öncelikle doğal alanı, insanı yıkıcı bir varlık, tuhaf bir unsur gibi kendi dışına atan kapalı bir ortam gibi algılamaktan sakınmak gerekir. Fakat aynı zamanda doğal alanı bir dekor, insanın kendisi veya benzerleri için herhangi bir sonucu olmadığını düşünerek istediği gibi sömürebileceği bir kaynak rezervi gibi görmemek de önemlidir. Bu tasvirler bugün için yetersizdir, çünkü insan ve ekolojik ortam aynı anda hem birlikte evrimleşme hem de diyalektik bir ilişki içindedir. İnsanı ve doğayı kendi ilişkileri içinde düşünmek zorluğun parçasıdır. Toprakla olan ilişkimizi yeniden tanımlamamız, insanın yerinin ne olduğuna karar vermemiz gerekir.

İnsanoğlunun yeri
Hristiyan geleneğinin güçlü biçimde sorgulandığı nokta işte burasıdır. Yaratılış kitabındaki iki yaratılış öyküsünde, insanoğlunun ekolojik ortamdaki yeri aslında kozmostan daha çok Tanrı’ya yakınmış gibi görünür. Uzun bir gelenek onları bu anlamda yorumlamak istemesine rağmen, bu öykülerin tarihsel hiçbir iddiası yoktur. Bunlar mitsel anlatımlardır. İnsanın Tanrı tarafından yaratılmış bir dünyadaki yerini kavramsallaştırmaya çalışan köken üstüne öykülerdir. İlk öyküde, yaratılışın yedi günde olduğunu söyleyen rahiplik geleneğinden alınan öyküde, insanın yaratılışı uzun bir süreç sonrasında altıncı güne denk gelir: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.” (Yaratılış 1:27-28) Daha eski olup Yehova geleneğinden gelen ikinci öykü cennet bahçesinden ve yerden “yaratılış-modelleme”den bahseder. Tanrı’nın üflemesini yalnızca insan alır ve onu hayvanları isimlendirmekle görevlendirir. Kendi türdeşini yalnızca kadının aynasında tanır (Yaratılış 2:16-25). Burada bu metinlerin tefsir analizini veya onların çevresinde dönen tartışmalarını ele almayacağız. Bilim tarihçisi Lynn White’ın bu öykülerde, dünyanın kutsallığını bozdukları ve insana önemli bir rol verdikleri için ekolojik krizin entelektüel nedenlerinden birini görmüştür. Hristiyanların çeşitli yeniden okumaları bu iddiaları derece derece açar. Bir taraftan, yaratılış öykülerinin panteizmin (her şey Tanrı’dır) bir reddini işaret ettiği ve öncelikle Tanrı’nın aşkınlığını iddia ettiği kesindir. Yaratıcı eylemi doğrulamak, dünyanın, artık kendisi olmayan ve kendisine indirgenemeyen bir ötekinde temellendiğini düşünmektir. Bununla birlikte bu, dünyayı bir yana bırakmak, onu hor görmek, onun esrarengiz hatta yüce karakterini tanımamak değil, putperestlikten, yani Tanrı’yı kozmik güçlerin kendisiyle karıştırmaktan vazgeçmektir. Bunun karşılığında, Yahudi geleneğinin kurucu mitleri dünyanın kutsallığını bozar ve insanın rolünü değerli kılar. İsimlendirmek, hükmetmek, boyun eğmek… Tanrı gibi yaratıcı bir hakimiyetten krallar ve imparatorlar gibi despotik bir hakimiyete giden türevler, burada açıklanmayacak olan çeşitli felsefe ve etiklere mal edilebilir gibi görünür. Çok sadeleştirmek gerekirse, insanın evrendeki yerinin mevcut temsillerini şu şekilde kategorileştirilebilir:

  • Katı bir insani merkezcilik, insanı kozmik dünyanın dışında ve üstünde algılar ve buna göre dünyanın yalnızca sömürülecek bir yer gibi görür. Bu, ekolojik ortamla tamamen araçsal bir ilişki algısıdır. Belli bir teknik kültürün, Prometheusçu insanın kültürünün güncel ideolojisidir. Bazen Hristiyan referansların kılığına girse de, bu vizyon Hristiyan değildir. Bu olsa olsa, simgesel düzeyde Hristiyan olan bir ateizm, bir güç içgüdüsünün, Prometheus’un ateşin gücünü kendine mal ettiği bir isyan ve yüceltme hareketinin sonucudur. Hristiyan mitinin yaratılış hikâyelerindeki vizyonu, insan merkezci olmaktan ziyade teosantriktir.
  • İnsanın doğada özel bir statüsünün olduğunu düşünen ortalama bir insani merkezciliktir (doğa/kültür diyalektik ilişkisi). Bu hem insanın doğaya dahil olduğunu kabul eder, hem de doğa hakkında geri bildirimde bulunma kapasitesi ile onda bazı mekanizmaları zapt etme kapasitesini gösterir. Bu vizyon, ya suretin bir teolojisi üstünde (insan Tanrı’nın suretindedir fakat Tanrı ilişkiler varlığı ve de hayat ve sevgi kaynağıdır); ya yaratılışa ait ortak bir aidiyet teolojisi üstünde (hepimiz aynı haftadan ve aynı yaratıcı Kelamdan geliyoruz); ya insanın ilahi bir görevi olarak Kelam üstünde (doğa sessizdir fakat sesi yok değildir, insanın açık sözlü kelamıyla kendini ifade etmeye çalışır); ya da gizemli bir Şabat inanışı üstünde ısrar eden bir sürü Hristiyan söylem kurabilir. Tutarlı olan etik, bir yönetim etiği ya da dünyayı Tanrı’nın tarzında yönetmenin gerekliliğini hatırlatan “stewardship”tir (kahyalık).
  • Öncelikle insanın doğadaki kütüğü konusunda ısrar eden ve doğadan ayrışma isteğine kuşkuyla bakan onaylanmış biyo-merkezciliktir. Bu bir ekleme ve içine alma gizemciliğidir. Bedenimizin kendinde dünyanın uzun evriminin izini taşıdığını biliriz. Evrim sabırlı bir emekle ve doğanın ihtiyaçlar ile adaptasyonlara tâbi olarak ufak tefek karmaşık işler sayesinde bedenimizi biçimlendirir. Biyo-merkezci bir vizyon geliştirmek, kişinin yaşamın içinde, ağaç kardeşin, çiçek kardeşin, at veya goril kardeşin yanında bulunan radikal kütüğünde kendi kendine kendisini algılamasıdır. Yeryüzünü Amerikan yerlilerinin yaptığı gibi “anne” diye mi, yoksa Assisili Aziz Francis gibi sadece “kız kardeş” olarak mı algılamalıdır? Hristiyanlığın putperestliğe karşı uzun savaşından haberdar olan bizler, bir yeryüzü gizemciliğinden ve dünyasal güçlerden, tanrısallıktaki tüm değişikliklerden kuşkulanırız. Bu durumda, dünyanın içkinliğinde Tanrı’nın suretinin bozulmasına doğru giden bir geriye doğru dönüş yapmaktan sık sık korkarız. Amerikan düşüncesi çoğunlukla hayvanların, bitkilerin hatta kayaların kendileri için var olma haklarından bahseder. Bu bağlamda, insanın biyo-merkezci vizyonu Hristiyan inanç ile bağdaşabilirmiş gibi görünür. Tabii, hafif sapmalar her zaman mümkün olacağı için bunun da riskleri olacaktır. Fakat doğaya karşı insanın yarattığı bozulma öylesine radikaldir ki, baskın kültür ekolojik ortama karşı öylesine agresifleşir ki artık bakış yönünü değiştirmek gerekmektedir. Bu nedenle, pek çok toplumda, Hristiyanlar toprakta açılan yaralardan pişmanlık duymaktadır. Bu, abartılı bir romantizm, hastalıklı bir suçluluk duygusu, yerinde bir tevazu mudur?

Dünyanın sorumluları
Hristiyan geleneğinin gücü, bizim ontolojik ve ekolojik statümüzün karmaşıklığını özetlemeye olanak veren bütünlemelerinin çokluğundan gelir. Bizler doğada doğayı aşmak isteyen, fakat kibir ve şiddet bizlerin gündelik ekmeği olduğu sürece onu sadece yok etme riskini taşıyan varlıklarız. Gelecek için yalnızca tek bir yol vardır; hassasiyet, nezaket, saygı, sahip olma konusunda ılımlılık ve dayanışma içinde paylaşımdır. Bazı ekolojist görüşler bizi insandan nefret etmeye kışkırtabilir ve bizi dünyanın seslerine karşı kapalı bir bahçeye hapsedebilir. Güçlü Hristiyan geleneği kendini yoksullarla paylaşımda bulunmaktan ve yeryüzüne saygı göstermekten ayrıştırmayacaktır. Ekolojik mesele ve toplumsal mesele aynı bozukluğun, aynı güç arzusunun iki yönüdür. Adalet, büyük sevgi ve saygı gündemdeki konulardır. Atalarının topraklarından kovulanlardan başlamak üzere, başka insanlara karşı saygı; gökyüzünün ve yeryüzünün hakimi, böylesine karmaşık ve böylesine güzel bir dünyanın yaratıcısı olan, ibadet ve duayla şükretmemiz gereken Rab’be yönelik büyük sevgi; ve nihayet atomun ve genetik kodun efendilerine dönüşmüş ellerimiz altında kırılganlığı ortaya çıkan bir doğaya saygıdır.
Ekolojik ortam insanlıktan daha güçlüyken, insanlık için engelsizce gelişmek mümkündür. Bu ortamın kırılganlığının ortaya çıktığı ve insanın kurnazlığının ortamın frenlerini ve doğal düzelticilerini bozabildiği şimdiki zamanda, bizler dünyanın sorumlularına, kendi kendimizin ve kendi gücümüzün sorumlularına dönüşürüz. Dünyaya hakim olmak kolay gibi görünür. Kendi gücümüzün kontrolünde kalmak ve ölçüsüzlüğe boyun eğmemek daha zordur. Öyleyse buradaki etik mesele, egemenliğin egemenliğini elde etmektir. Dünyaya egemeniz, bu çok güzel bir şeydir. Fakat gücümüzü nasıl kontrol edebiliriz? Tanrı’dan bahsederken, gücünü affederek ve acıyarak gösterdiğini; Oğul’dan bahsederken, bizlere benzemek için Tanrı’ya eşitliğini reddettiğini söyleriz (Filipililer 2:6-7). Geleceğimizin yolu,  nezaket yoludur.

 

Ekoloji uzmanı Kanadalı teolog André BEAUCHAMP’ın kaleminden. Makale, Chritus dergisinde yayınlanmıştır.
Çeviri: Pınar Ercan

Miras Dergisi’nin 14. sayısında yayınlanmıştır.

André BEAUCHAMP

Yorum Ekle

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bizi takip edin!

Sosyal medya hesaplarımızdan bizi takip ederek dergimizle ilgili son güncellemelerden haberdar olabilirsiniz.

Your Header Sidebar area is currently empty. Hurry up and add some widgets.