Miras Dergisi

Adil bir toplum nedir?

Günümüzde adaletin bütün makul anlayışları için dört şart


Günümüzdeki bütün makul adalet teorileri öncelikle – felsefi anlamda – kaçınılmaz olarak liberaldir. Bu teoriler bir hoşgörü ülküsü ve bir dayanışma ülküsünü tutarlı bir bütün halinde birleştirmeye, yani bizim çoğulcu toplumlarımızda iyi bir hayat üzerine birbirine çok yakın algıların çeşitliliğine eşit saygı ile toplumun tüm üyelerinin çıkarları için eşit bir kaygıyı birleştirmeye  soyunmalıdır. Adaletin geleneksel, pre-liberal kuramlarında, adil bir toplumun – iyi bir hayat ülküsüne uygun olan yaşamı ödüllendiren ve uygun olmayan faaliyetleri cezalandıran kurumları olan bir toplumun ne olduğu düşünülmeden önce iyi, başarılı bir hayatın tanımlanması önemlidir. Adaletin liberal teorisinde durum böyle değildir: bu teori, bizim toplumlarımızın değiştirilemez bir biçimde çoğulcu doğasını kabul eder ve iyi bir yaşamın akla yatkın tüm anlayışlarına eşit bir saygı dahil etmenin yolunu arar.


Ancak bu liberal boyut, toplumsal eşitlikçi bir boyutla günümüzdeki makul bir adalet anlayışının ikinci şartıyla uzlaşmış olmalıdır, yani herkesin çıkarlarına eşit olmalıdır. Dünyadaki tüm nesnelerin özel mülkiyeti üzerinde doğal veya sözde doğal haklara dayanan neo-liberalizmin uç hali olan “liberter” teorinin aksine; liberal, eşitlikçi bakış açısı her şeyin – örneğin mülkiyet sisteminin herkesin çıkarları bakımından haklı şekilde gerekçelendirilebilir olmasını talep eder. Bununla beraber, bu eşitlikçi nitelik, kişisel sorumluluğa verilen önem nedeniyle belirli eşitsizliklerin haklı şekilde gerekçelendirilmesi ile tutarsızlık yaşamaz Bu, günümüzdeki bütün makul adalet anlayışlarından refah veya sonuçların düzeyinden ziyade şans, olasılık, gerçek özgürlük ve kapasitelerin sona erdiği yerde söz etmeye zorlar. Öyleyse burada, herkesin sorumluluğuyla ilişkilendirilebildiği ölçüde, adil sonuçların eşitsizlikleri olabilir.


Fakat eşitsizliklerin haklı şekilde gerekçelendirilmesine ikinci bir örnek de vardır. Bu da, ekonomik verimliliğe vermek gereken önemden doğar makul bir adalet anlayışının dördüncü şartı. Belirli eşitsizliklerin – ama tabii ki de hepsi değil – kişilerin aynı zamanda kurbanı da olduğu kaderi sürekli olarak iyileştirmeye katkı sunabildiği hipotezinden  ileri gelir ve bu temel ilkenin üstüne azami bir ilke, yani asgarî olanın sürekli olarak azamileştirilmesi koyulur. Buradaki fikir çok basittir: farz edelim ki toplumumuzun bütün zenginliğini eşit bir biçimde bölüşüyoruz. Eğer herkes zenginliğin, herkesin malvarlığını eşitleyecek şekilde devamlı olarak yeniden dağıtılacağını önceden bilirse; kuvvetle muhtemel çalışmaya, kendini yetiştirmeye, yatırım yapmaya, hoşgörülü davranmaya duyulan teşvik, ortalama olarak önemli derecede daha az olacaktır. Hem de öyle ki sonunda, herkes için kullanılabilir olan şey, bir eşitsizlik durumunda daha aza sahip olan kişi için kullanılabilir olanın altında olacaktır. Başka bir deyişle, eşitsizlik ancak ve ancak eşitsizlik mağdurları ondan faydalanabiliyorsa haklı görülür. Bu durum çelişkilidir, fakat aynı zamanda işin temelidir. Eşitsizlikler, en dezavantajlılara yarar sağlıyorsa meşrudur.


Öyleyse bana göre, günümüzdeki bütün makul adalet anlayışları hem liberal hem de eşitlikçi olmalı ve de bu eşitlikçiliği yerini bir yandan sorumluluğa, öte yandan verimliliğe bırakacak şekilde kapsamalıdır. Ben bu konuda Amerikalı düşünür John Rawls’ın (1921-2002) adalet teorisini şiddetle destekliyorum. Rawls’a göre “Herkes, en yaygın temel özgürlüklerden yine bu aynı özgürlüklerin herkes tarafından yararlanılmasıyla uyumlu olacak şekilde faydalanmalıdır”. John Rawls bunları düşünce özgürlüğü, din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, meslek seçme özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, (hiçbir şekilde üretim araçlarının özel mülkiyeti anlamına gelmeyen) kişisel mülk edinme hakkını içeren bir liste üzerinden tanımlar.

Toplumun eşit becerilere sahip tüm üyelerinin bütün toplumsal mevkilere eşit erişimden yararlanabilmelerini ister. Ne var ki, bu fırsat eşitliği gerektiren bir ilkedir. Gerçekten de yalnızca kadınlar ile erkekler arasında, farklı ırksal veya ana dilden gruplar arasında ayrımcılık olmamasını tasarlamakla kalmaz; aynı zamanda toplum üyelerinin yörüngesi üstünde toplumsal köken etkisini mümkün olduğu kadar etkisiz hale getirecek şekilde verimli bir zorunlu ücretsiz eğitim sisteminin kurulmasını da içerir.

Adil toplumdan adil dünyaya

Rawls liberal ve eşitlikçi bir algı içerisinde anladığı adaletin sadece ortak kurumlar ve ortak bir tarihle donatılmış bir halk kadrosuna sahip olacağını ısrarla vurgular.  Bu türden ilkeleri küresel ölçekte uygulamak istemek ona göre toplumların çeşitliliğine saygı ile bağdaşmayan ideolojik emperyalizmin bir biçimidir. Rawls’a göre dünya çapında dağıtılacak birçok yükümlülük vardır, ama bunlar son derece mütevazı yükümlülüklerdir. Bu yükümlülükler yalnızca daha zengin toplumların özellikle az gelişmiş belli toplumlara yardımda bulunması şeklindedir; öyle ki, adil kurumları sadece kendi kendilerine destekleyemeyeceklerdir. Bu da küresel adalet kavramının anlamlı olması içindir. Bu kavramın anlamlı olabilmesi için iki koşul gereklidir. Birincisi, gerçekten de küresel düzeyde zorlayıcı bir temel ilke yapısı biçimidir: zorunlu olarak kabul ettirilen temel ilke kuralları. Fakat aynı şekilde ikinci bir koşul da gereklidir. Bu sadece – ister gerçekten ister yalnızca düşünce boyutunda – bizimki dışında diğer toplumların bireysel üyeleriyle konuşma ve sorgulama üzerinden kişisel bir ilişkinin kabulüdür. Bu iki koşulun küresel bir temel ilke yapısını şekillendiren zorlayıcı kurallar ve küresel bir konuşmayı doğuran kişiler arası ilişki ağının da bulunduğu andan itibaren, küresel ölçüde dağıtılan adalet kavramı gerçek anlamına kavuşur. Bunun için, bugün adalet sorusunu öncelikle dünyanın bütününde sormak gerekir. Adil bir toplum veya ulusun ne olduğunu bilme meselesi, günümüzde adalet konusunu ele almak için aslında en mantıklı çıkış noktası değildir

Sonuç olarak, Rawls’ın ilkeleri ile Hristiyan etiğinden aynı anda nasıl bahsedebiliriz? Her nasıl olursa olsun (buna liberal-eşitlikçi yaklaşım da dahildir) liberal bir yaklaşım ile Hristiyan bir etik arasında temel bir fark vardır; bunun nedeni de, yalnızca liberal bir yaklaşımın tam anlamıyla Hristiyan bir iyi hayat anlayışına dayalı olamaması, ancak bizim toplumlarımızın çoğulcu doğasını kabul etmek zorunda olmasıdır. Rawls’ın kendisi Hristiyan gelenekten gelse bile, teorisini özel bir iyi hayat vizyonuna dayandırdığını ileri sürmez. Onun bakış açısının merkezinde, bütün iyi hayat anlayışları için eşit bir saygı vardır. Onun merkezde tuttuğu şey, en dezavantajlı olanların öncelikli kaygısı olduğu ölçüde, bu durum Hristiyan bir bakış açısıyla ortaklık kurmayı engellemez. Toplumun iki olası durumunu karşılaştırdığımızda, Rawls’a göre sorulması gereken Zenginlerin en iyi yazgıya sahip olmamasıdır. Kıyaslanması gereken şey, en dezavantajlı kategorinin yazgısıdır. Hristiyan çevrelerin Rawls’ın teorisini çabuk kavrayabilmesi de kuşkusuz bundan ileri gelir. Onlar burada, Hristiyanlığın yankılarını tamamen koruyarak toplumlarımızın “akla yatkın çoğulculuğuna” hiç tereddütsüz razı gelen bir adalet teorisi görür.

Philippe Van Parijs

Yorum Ekle

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bizi takip edin!

Sosyal medya hesaplarımızdan bizi takip ederek dergimizle ilgili son güncellemelerden haberdar olabilirsiniz.

Your Header Sidebar area is currently empty. Hurry up and add some widgets.