Miras Dergisi

Işığın Mucizesi

Bilim adamları, 1950 yılından Einstein’ın “annus mirabilis”i, yani mucizeler yılı olarak bahseder. Bir yandan bir patent memuru olarak görevini sürdüren Einstein, boş vakitlerinde fizik üzerine çalışıyor ve sonunda tüm dünyanın düşünme biçimini değiştirecek olan teorilerini geliştiriyordu. Birkaç ay içerisinde Einstein bir dizi makaleyi tamamlamış, özel görecelilik kavramını ve ünlü E= mc² denklemini de içeren en önemli buluşunu tamamlamıştı. Fakat onun bilime en önemli ve devrim niteliğindeki katkısı, bu çok bilinen teorilerinin içinde gizliydi.

Yüz yılı aşkın süreden sonra Einstein, klasik fiziğe doğrudan meydan okuyan bir makale yazmıştı. Bu makale, bir partikül olarak ışığın doğasına dair sahip olduğu yepyeni bir fikri anlatıyordu. 1905 yılında, tüm fizikçiler ışığı aynı şekilde anlatıyordu. İster bir mumdan, isterse güneşten gelen ışık olsun, ışık bir dalga olarak biliniyordu. Bu, zamanın sınavlarından geçmiş, sorgulanamaz bir gerçek gibi kabul ediliyordu. Yüz yılı aşkın süre boyunca bilim adamları bu konudaki fikirlerinin doğruluğundan gitgide daha da emin olmuştu.

Işığın dalgasal doğasını kesin hale getiren deneyler yapıyor, bu arada bazı tuhaf davranışlarını da göz ardı ediyorlardı. Örneğin, ışık bazı metallere çarptığında, bu süreç içinde bir elektron kayboluyordu. Fakat ışık eğer sadece elektromanyetik bir dalga olsaydı, bunun olması imkânsızdı. Albert Einstein bu tuhaf durumları göz ardı etmedi ve ışığın sadece bir dalga olmadığını, yerleşik partiküllerden meydana geldiğini iddia etti. Einstein, teorisinin çok alışılmadık olduğunu biliyordu. Hatta arkadaşlarına, mart ayında yazdığı makalesinin konusunun “bir devrime sebep olabileceğini” bile söylemişti. Fakat onun teorisinin belki de en kayda değer bölümü, ileri görüşlü düşüncelerini ortaya koyduğu, tahmin edilemeyen yaklaşımıydı. Einstein, ışığın ikili doğasının içinde kavranamayacak bir özelliği olduğunu ve sadece ışığı anlamanın bile ulvi bir başarı olduğunu fark etmiş gibi görünüyordu.

Albert Einstein, bir keresinde şöyle demişti: “Benim doğada gördüğüm şey, bizim yalnızca hatalı veya eksik olarak anlayabileceğimiz ve düşünme becerisi olan bir insanın içini büyük bir alçakgönüllülük duygusuyla doldurması gereken muazzam bir yapıdır.”

Elbette, Einstein’ın zamanından bu yana bilim alanında birçok yeni gelişme meydana geldi. Fakat görünen o ki, bizler bu gelişmelerle kavranamaz olan hakkındaki kabulümüzü yanlış konumlandırdık. Şu anda anlaşılmaz olan her şey bizim için, anlaşılıp açıklanabilmesi sadece zaman gerektiren şeyler haline geldi. Fakat yine de, bazılarımız gizemli bir biçimde bir anda kendini rahatlamış hissettiği için şaşkınlık yaşıyor ya da aslında bir şeyi daha en başında keşfetmiş olmamız gerektiği konusunda şaşkınlığa düşüyor. Bu tip anlarda, beynin sadece açıklanabilir atomlardan oluşan bir hücre yığınından çok daha fazlası olduğu oldukça açık biçimde görülebilir. Bunun sebebi, birçok başka sebebin yanı sıra, beynin büyük bir hayranlık ve güzellikle, dünyada görülecek ve bilinecek çok daha fazla şey olduğunu fark etmesidir.

Hıristiyanlığın en hayran olduğum yanlarından biri de bilinen şeyler konusunda bile, onların içindeki gizeme karşı takındığı tavırdır. “Tanrı’nın zenginliği ne büyük, bilgeliği ve bilgisi ne derindir! O’nun yargıları ne akıl ermez, yolları ne denli anlaşılmazdır! Rab’bin düşüncesini kim bilebildi? Ya da kim O’nun öğütçüsü olabildi?” (Romalılar 11:33 – 34).

Hristiyanlığın anlattığı Tanrı, tanımak ve tanınmak için yola çıkan, bize kendi ismini sunan, bize ismimizle hitap eden ve bizlere, kendisinin tanınmaya ve sevilmeye değer olduğunu gösteren bir Tanrı’dır. Tanrı kavranamaz olduğundan, İsa bizim aramıza gelmiştir. Fakat yanımıza gelen bir Tanrı ne kadar anlaşılmaz olabilir? Dünya, bizim zihinlerimizin çözemeyeceği birçok gizemle doludur. Bunlar, bizim ve bizden önceki tüm zihinlerin kavrayabileceği sınırların çok üstündedir. Peki, bizim neden birer zihnimiz vardır? Neden hepimizin içinde, bizleri aramaya ve bilmeye yönlendiren bir içgüdü bulunur? Tanrı’yı ismen tanımak ya da O’nun Oğlu’nun sesini duymak istememizin sebebi nedir? Bizleri, O’nu bilmeye ve sevmeye davet eden bir Tanrı’ya nasıl bir karşılık vermeliyiz? “Dünyayı yaratan, yerini alsın diye ona biçim veren, adı RAB olan şöyle diyor: ‘Bana yakar da seni yanıtlayayım; bilmediğin büyük, akıl almaz şeyleri sana bildireyim’” (Yeremya 33:2-3).

Einstein’ın 1905 yılında ortaya attığı fikirler, ışık hakkında kesin sayılan bilgilerin öyle dışındaydı ki, bilimsel çevreleri son derece rahatsız etti ve bu nedenle onun sunduğu ışığın parçacıkları teorisi yıllar boyunca kabul görmedi. Einstein’ın teorisi, hem kendi döneminde, hem de günümüzde hala devrimselliğini korumaktadır. Işığın aynı anda hem bir dalga, hem de bir partikül olduğu fikrini kavramak hala oldukça güçtür. Yine de ışığın mucizevi doğasından etkilenmemiz için sadece ona bakmamız yeterlidir. Aslında en kavranamaz olan, tüm insanların ışığının bilinmek için bizlerin yakınına gelmiş olmasıdır.

Jill Carattini

Yorum Ekle

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Bizi takip edin!

Sosyal medya hesaplarımızdan bizi takip ederek dergimizle ilgili son güncellemelerden haberdar olabilirsiniz.

Your Header Sidebar area is currently empty. Hurry up and add some widgets.