Miras Dergisi

Yabancıları Sevmeye ve Ülkesini Sevmeye Dair

Dünyanın bütün ülkelerinde çok sayıda yabancı insan, ulusal dayanışmaya ve hayırseverlik hizmetlerine başvurduğu zaman, bu durum, ilk önce halkının iyiliğini savunduğunu söyleyenler tarafından endişe verici olarak algılanır. Kendisini vatansever olarak tanıtanların yabancı düşmanlığı, yabancı hakları savunucularının güçlü protestolar eşliğinde tepki vermelerine neden olur. Bununla birlikte, yabancıların ülkeye kabul edilmesi hakkındaki görüşümüz ne olursa olsun, bir ülkedeki yabancıların veya mültecilerin önemli ölçüde varlık göstermesi şu soruya yol açar: Bu yabancıları – mültecileri sevip onları korurken bir yandan kendi ülkesini sevmek, kendi kültürünü ve kendi kimliğini savunmak için ne yapmalı? Bu ikisi birbiriyle bağdaşır mı? Bu tartışma ahlaki bir tartışmadır. Söz konusu değerler ilk bakışta karşıt olarak ortaya çıkar. Eğer konu üzerinde oluşturulan düşüncenin, yabancıların kabul edilmesini onaylamak ya da buna karşı çıkmak arasında sıkışıp kalmasını istemiyorsak hem kabul etmenin hem de kimliğin savunulmasının değerini aynı anda ifade etmeyi öğrenmeliyiz. Bu nedenle, yabancıların ülkeye kabulünü, halkı olumlu yönde sağlamlaştırmaya katkı sunan bir değer olarak kabul eden bir milliyetçilik vizyonu geliştirmek gibi bir mesele gündeme gelir.

Devletler topraklarında yaşayan yabancılar için düzenleme yapmak zorundadır

Yabancıların kabul edilmesi, ulus içerisindeki yerleri, yasal statüleri, tüm bunlar ulusal bir sorundur ve yabancıların kabul edilmesini koordine etmek her devletin kendi sorumluluğundadır. Devlet, ulusal dayanışmayı örgütler ve muhtaç durumdakilerin ihtiyaçlarını karşılamak için sosyal yardım aracılığıyla hareket eder. Bu faaliyetler adil olmaları için, bunlardan faydalananların ilk önce milliyetine değil, ihtiyaçlarına bakılmasını gerektiren düzenlemelere tabidir. Etkili bir şekilde yardımcı olabilmek için, bir yabancının bölge topraklarında yasal bir durumda olması gerekir; böylelikle bu hizmetlerden yararlanabilir. Bu insanlardan hiçbirini kaçak yaşam veya kanunsuzluk durumunda bırakmamak devletlerin görevidir.

Yabancılara yardım etmek Hristiyanlar için ahlaki bir görevdir

Hristiyanlar için, hayırsever eylem her şeyden önce her insanın onur sahibi olduğunun farkındalığına dayanır. Yabancının veya mültecinin ülkeye kabul edilmesinin nedeni, her insanın Tanrı’nın suretinde olması, dolayısıyla insanlığın bir kardeşi olması ile ilgilidir. Devlet, doğası gereği vatandaşlar ve vatandaş olmayanlar arasında ayrım yapsa da hayır işleri yürüten bir Hristiyan, yasal durumu ne olursa olsun (yani ülkede yasal bir konumda olsun veya olmasın) her insana yardım edecektir. Zira karşısında, hizmetlerden faydalanan kimseler değil, acı çeken Mesih’in enkarnasyonları bulunur (“Acıkmıştım, bana yiyecek verdiniz”, Matta 25). Hristiyanların insanı görme biçimi her türlü yasal, politik, etnik sistemleştirmenin ötesine geçer.

Geleneksel olarak Kilise’nin yardım kuruluşları devletten bağımsız olarak faaliyet gösterir. Zira Kilise için, devletin tanımladığı hâliyle ulusun iyiliği, sağlanacak veya sağlanmayacak yardımda nihai bir kriter olamaz. Bu ancak, araştırılması gereken pek çok unsurdan biridir. Hayırsever eylemin nihai kriteri, kişinin kendi ölçütlerine göre iyiliği; yani bu kişide Tanrı’nın suretinin kendine özgü kültürel, etnik, sosyal özellikleri ile yeşermesidir. Yabancılar çok fazla sayıdaysa ve ülkeye kötü bir şekilde yerleştirilmişlerse, bu yeşermenin gerçekleşmeyeceğini düşünmek meşru olabilir. Ancak, ne olursa olsun, yabancılarda gördüğümüz Mesih’e olan görevimiz, onların varlığının kendilerini kabul eden ülkeye zararlı olabileceğini düşünsek bile sekteye uğramaz. Yabancılar burada, bu bir gerçek. Onlar Tanrı’nın suretindedirler ve onların burada olmasını onaylamama bahanesi bu gerçeği değiştirmez. Onlara (ya da esasen onlardaki Mesih’e) hizmet etmeye devam etmeliyiz; hatta bu hizmete sadakat gereği, onlara buradaki varlıkları hakkındaki düşüncelerimizi söylememiz açıkça gerekse bile. Sonuçta hâlâ burada ve hâlâ Tanrı’nın suretindedirler. Devletin sosyal yardımları ne kadar kesilirse kesilsin, Hristiyanların yardımseverlik görevleri devam eder! Bir Hristiyan’ın her koşulda savunacağı şey, o kişi yasa dışı bir durumda olsa bile, insanın onurunun yok sayılamayacağı ve o kişinin orada olmaması gerektiğidir. Bu, düşmanı sevmenin bir yönüdür ve ancak İncil’in mantığında anlaşılabilir.

Yabancıların kültürü ile onları kabul eden ülkenin kültürü arasında diyalog oluşturmak

Bireylerin hem içinde hem sayesinde yaşadığı dilsel ve kültürel iz, ulustan kaynaklanır. Fakat tüm uluslar içerisinde her biri, insan olmanın kolektif bir biçimidir. Zira dünyamızda birçok ulus, birçok dil, birçok kültür, kısacası, insan olmanın birçok kolektif yolu var. Ulus ve kültür, İnsan gizeminin rastlantısal ifadeleri olduğu için, hiçbir millet, hiçbir kültür insanın ne olduğunu bütünüyle ifade edebileceğini iddia edemez; İnsanı anlama yolunun her zaman ve her yerde evrensel olduğunu iddia edemez. Bu durumun aynısı insan için olduğu gibi ulus ve kültür için de geçerlidir. Her insanda Tanrı’nın suretinde yaratılan insanın gizemi ve haysiyeti bütünüyle yatmaktadır. Ancak bu haysiyet, bu somut insanın kültürel ve tarihsel özelliği içerisinde ifade edilir. Bu sebeple hiçbir insan, tek başına, olduğu şeyin bütün gizemini ve haysiyetini ifade edemez.

Ulusun kendine yaşamını düzenlemek için verdiği bir araç olan devlet, milletin hayatına elverişli olanı teşvik etme ve onun için elverişsiz olanla mücadele etme işlevine sahiptir. Yabancıların gelişiyle birlikte bir milletin kültürel olarak tek sesliği biraz daha azalır. Devlet, diyalog yaratmaya çalışarak yabancıların kültürlerinin ifade edilmesini teşvik etmelidir. Devletin kendi içerisinde, insan hakkındaki hakikate tek başına sahip olup diğer kültürlerde bu insan gizeminin yönlerini kavramaya dair her türlü yeteneği inkâr ederek kusursuzluk gibi sunulan kültürel ifadelerle savaşması gerekir. Bu yüzden devlet, ulusun sürekli olarak modellendiği ve farklı kültürlerin – yereldekilerin kültürleri ile yeni gelenlerin kültürlerinin – sürekli tohumlandığı ulusal konsensüs arayışına hizmet eder. Bu da ister çoğunluğun ister azınlığın olsun, bir kültürün yakışıksız bir biçimde fazlaca yüceltilmesi, ırkçılık ve nefret yüceltmesine dönüştüğü durumlarda, kültürel politika, milli eğitim hatta baskı yoluyla yapılır.

Ötekini ağırlamak için kendinden vazgeçmek

Kendimizi başkalarına açarak kendimiz oluruz. İncil’de en açık seçik görünen mantık şu ifadede yatar: “Canını kurtarmak isteyen onu yitirecek, canını yitiren ise onu kurtaracaktır” Kuşkusuz bu tutum bir ulus, kültür ve kişiler düzeyinde çok farklı bir rol oynar. Bununla birlikte, söz konusu olan o kadar temel bir antropolojik şemadır ki, uluslar ve kültürler düzeyinde de bir şekilde rol oynamaması mümkün değil gibidir.

Ulusun ortak yararı, bir devletin nihai hedefidir ve devletlerden görevlerinden vazgeçmeleri istenemez. Ancak Hristiyanlık düzeyinde, Tanrı’ya itaat kişinin kendisinden, kendi iradesinden vazgeçmesi yoluyla gerçekleşir. Bu bahsedilen, Kilise’de çok güçlü bir şekilde yaşanır. Kilise’nin tam bir üyesi hâline gelmek için, insanın kendine özgünlüğünü yaşamasından vazgeçmesi gerekir. Ancak bu vazgeçiş hareketi, özgünlüğünü beklenmedik bir şekilde yerine getirmesine olanak sağlar (herkesin kendi öznelliğinde olabildiği bir birliktelik).

Bireyler gibi tüm uluslar da kaçınılmaz bir biçimde benlik feshini içeren bir hareketle, öteki insanların kabul edilmesine doğru yönelmelidir. Orijinal sakinler, ülkelerinin son zamanlardaki göç dalgalarından önceki hâline bir daha asla dönmeyeceğini kabul ederek ülkeleri hakkında sahip oldukları imajı yavaş yavaş bırakmalılar. Aynı şekilde, yabancı kökenli insanların kendileri hakkındaki bilinçlerini geliştirmeleri ve bu yeni bağlam içerisinde tamamen kendileri olmanın bir yolunun zaten kendilerinde gelişmekte olduğunu düşünerek yabancılık bilincinden bir şekilde vazgeçmelerigerekir. Her bir kültürün değişmeden kalabilmesi, hoşumuza ister gitsin ister gitmesin, ortamdaki kültürel karışıma baktığımızda boş bir hayaldir. Barışta veya çatışmada, kültürel grupların karşılıklı etkileşimi kaçınılmazdır. O hâlde bu etkileşimi ne kadar barış içerisinde yaşarsak o kadar iyi! Bunun farkında olmak, yani bir şekilde kendinden vazgeçmek, barışı korumanın en iyi yoludur.

Bu nedenle hem yabancıları hem de ülkemizi sevmek için, kültürel kimliğimizi ve yabancıların kültürel kimliğini değişmeyen sabit bloklar değil, canlı varlıklar olduğunu bir perspektif içinde konumlanmamız gerekir. Öteki ile değişim, hayatın temel yasalarından biridir. Çatışmalar da yaşamın bir parçasıdır ve mevcut kültürel karışımın çatışma olmadan ortaya çıkabileceğine inanacak kadar saf olmamalıyız. Fakat hayatın ölüme baskın çıktığı bir perspektifte, çatışmalar değişimin varabileceği son gerçeklik değildir. Evet, gözlerimizin önünde yeni bir ulus yaratılıyor ve ülkemizin eski zamanlardaki hâliyle ilgili nostaljiyi artık olduğu gibi bırakmalıyız. Geçmişte olduğumuz ya da şimdi olduğumuz şeyi değil, dönüşmekte olduğumuz şeyi sevmeye davet ediliyoruz.

Çeviri: Pınar Ercan
Communio Dergisi – Uyarlayan Alexis Doucet

Arnaud De Vaujuas

Teoloji Profesörü

Yorum Ekle

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Bizi takip edin!

Sosyal medya hesaplarımızdan bizi takip ederek dergimizle ilgili son güncellemelerden haberdar olabilirsiniz.